31 Ocak 2023 Salı

Profil: Elias Canetti


     Dil: Kraus sayesinde toplum bireyinin, kendisini öteki insanların tümünden ayıran ve konuştuğu dilden kaynaklanan bir kişiliğinin de bulunduğunu anlamaya başladım. İnsanların gerçi birbirleriyle konuştuklarını, ama karşılarındakileri anlamadıklarını; sözlerinin başkalarının sözlerine çarpıp etkisiz kalan vuruşlar olduğunu; dilin insanlar arasındaki iletişimin bir aracı olduğuna inanmak kadar büyük bir yanılsamanın düşünülemeyeceğini kavradım. İnsan konuşur, ama karşısındaki onu anlamaz. İnsan konuşmasını sürdürür; bu kez karşısındaki tarafından daha da az anlaşılır. Bağırdığımızda, karşımızdaki de bizi bağırmayla yanıtlar; dilbilgisinin alanı içerisinde zavallı bir yaşam sürdüren boşalma, dile zorla egemen olur. Seslenişler, taraflar arasında top gibi gidip gelir, çarpar ve yere düşer. Karşımızdakine bir şeyler iletebildiğimiz enderdir.

     Bilgi: Bilgide korkunç derecede bir amaca yöneliklik ve bağımlılık vardır. Uygulama alanına konulmak, bir hedefe yöneltilmek, işe koşulmak ister bilgi. Kendisini onsuz yapılamaz kılmak ister. Adet ve alışkanlığa dönüşmek ister. Işıl ışıl parıldayan uzak yıldızlar düzeyine indirgenmeye yanaşmaz. Belli bir hedefe isabet etmek ister. Öldürmek ister.

     
Yaradılış: Hayvanların 'İlk Günah'ı nerede? Neden onlar da ölümü tadıyor?

     
Zoo: Tarihe bakın: hayvanların yok denecek kadar az adı geçiyor.

     
Zoom: Ne zaman bir hayvana dikkatle bakılsa, onun içine yan gelip kurulmuş bir insanın sizinle eğlendiği duygusuna kapılmamak elde değildir.

     
Korku: Konuşmadan yaşadıkları için hayvanların korkuları daha mı azdır?

     
Dirty Mickey: En büyük isteğim, bir farenin bir kediyi canlı canlı yediğini görmektir. Tabii, fare bu işi yapmadan önce kediyle oynamış olmalıdır.

     
Düş: Kedi, fareyi pençeleriyle donatıp hayatın içine saldı.

     
Davut: Hep Doğru'yu söyleyen kişilere inanma.

     Uyku: İnsan bir kimseyi uyurken gördü mü, ona karşı kin besleyemez artık.

     
İnanç: Ölüme çare bulundu diyelim, insanlar artık neye inanma gücü gösterebilecekler?

     
İnanç: İnandığı şeyden ötürü kimseyi aşağılamamak. Neye inanacağın asla sana bağlı değildir. Her inanca, düşmanlıktan uzak ve saf bir tutumla yaklaşmak. Böylece, ancak böylece, inanç denilen şeyin içyüzünü ele geçirme konusunda o pek küçük umudu içinde yaşatabilirsin.

     
Soğuk Arkeoloji: İnsansız nesnelerden pek haz duyamıyorum. İnsanlar öldükten sonra yaşamlarını sürdüren nesnelere karşı duyduğum içerleme.

     
Budizm: Benim için yetersiz kalıyor Budizm, çünkü pek çok şeyden el çekiyor. Ölüm sorununa bir çözüm getirmiyor, bilmezden geliyor ölümü. Gerçekte hiç bir Hint öğretisi ölüme karşı çıkmamıştır: yaşamı değesiz kılarak aklamışlardır ölümü.

     
Taoizm: Taoizm uzun ömürlülüğe ve bu yaşamdaki ölümsüzlüğe çok değer veriyor, ulaşılmasına yardım ettiği suretler hep bu dünyaya ilişkindir. Kendileri bilmese de, şairlerin dinidir Taoizm.

     
Sahnede Haller: İyi tanıdığım insanlara ikide bir aynı olayları anlattırıp dinlemeyi pek seviyorum, hele bunlar yaşamlarının odak noktalarını oluşturan olaylarsa bayılıyorum. İlgili olayları her anlatışlarında biraz değiştiren insanlarla ahbaplık etmeye katlanabiliyorum ancak. Ötekileri rollerini fazlasıyla iyi ezberlemiş oyuncular gibi görüyorum, onlara inanmak gelmiyor içimden.

     Şaşı: Çağımızı çok kısa tanımlamak gerekseydi, birbirine en karşıt şeylere aynı zamanda şaşılabilen çağ denebilirdi. Örneğin, aynı zamanda hem bir kitabın etkisini binlerce yil sürdürmesine, hem de bütün kitapların daha uzun süre etkin olamamasına şaşırmak. Hem tanrılara duyulan inanca, hem de her saat yeni tanrıların önünde diz çökmeyişimize şaşırmak. Hem yargılı olduğumuz cinselliğe, hem de bu bölünmenin daha derinlere uzanmayışına şaşmak.

     
Godot: Öyle cümleler vardır ki, yalnızca bir başka dilde anlam kazanır. Kendilerini doğurtacak bir ebe bekler gibi çevirmenlerini bekler.

     
Özgünlük: Özgünlük bir isteme dönüştürülemez. Özgün olmak isteyen, asla olamaz; kimilerinin özgün sayılabilmek için başvurdukları, iyi tasarlanmış, ama kendini beğenmişliği dile getirmekten başka işe yaramayan maskaralıklar, hiç kuşkusuz hâlâ acı acı anılarımızdadır. Ancak, özgünlük peşinde koşmayı onaylamamakla, bir yazarın özgün olmasının hiç de gerekmediği yolundaki budalaca sav arasında çok büyük bir uçurum vardır. Bir yazar ya özgündür, ya da yazar değildir. Yazar, derin ve yalın bir biçimde, bizim onun kötü alışkanlığı diye adlandırdığımız yanı aracılığıyla özgün olur. O denli özgündür ki, kendisinin böyle olduğunun bilincine varmaz bile.

     
Günce: Güncede insan kendi kendisiyle konuşur. Bunu yapamayan, karşısında ister gelecek için, ister ölümünden sonrası için bir dinleyici kitlesi gören, yapaylığa kaçmış demektir. Burada söz konusu olan, bu tür yapay günceler değildir. Bu günceler de kendine göre değer taşıyabilir. Aralarında son derece çekici olanları vardır; bunların ilginçlikleri, yapaylıkları ölçüsünde artar: Çekicilikleri yazan sahtekârın yeteneğine bağlıdır.

     Not Tutmak: Notlar, insanın içinden geldiği gibi kaleme alınan, birbiriyle çelişen yazılardır. Kimi zaman dayanılmaz bir gerilimden, ama coğu kez de aşırı bir hafife almadan kaynaklanan esintileri içerir. Sanki hiçbir yerden gelmiyormuş, hiçbir yere de götürmüyormuş gibi çıkmalıdır bunlar, ve yazılanlar coğunlukla kısa, ani, denetimden uzak, işlenmemiş, iddiasız ve amaçsız olacaktır. Başka zamanlar bir sıkıdüzen içinde çalışan kalem sahibi, kısa bir süre için esintilerinin gönüllü oyuncağı olur. Kendisinden kaynaklanabileceğini asla aklına getirmediği, geçmişine, inançlarına, dahası biçemine, utanma duygusuna, gururuna ve başka zamanlar büyük bir dirençle savunduğu doğruluğuna ters düşen şeyler yapar. Çok sonra, yazılanlar yazanın gözüne artık sanki bir başkasının kaleminden çıkmaymış gibi göründüğünde, notlar arasında yazana eskiden belki anlamsız gelmiş, ama ansızın başkaları için anlam taşımaya başlamış şeyler bulunabilir. O zaman yazar da artık o başkaları arasında yer almış olacağından, kullanilabilecekleri büyük çaba harcamasına gerek kalmaksızın ayırabilir.

     
Don Quixote: O yalnızca ilk roman olmakla kalmıyor, gelmiş geçmiş romanların en iyisi olma niteliğini de hâlâ koruyor. Bana göre onda eksik olan hiçbir şey yok, bu romanda eksik olan hiçbir çağdaş bilgi yok.

     
Michelangelo: Kendi içinde tükenmeyen, bir şeye dönüşen, sonra da başkaları için varlık kazanan ve varlığını sürdüren acı duygusunu bana ilk veren o olmuştu. Herkesin bildiği bedensel acı değil, özel bir acı türüydü bu. Son Yargı üzerinde çalışırken iskeleden düşüp de ciddi olarak yaralandığında, kendisini eve kapatmış, ne bir yardımcısının ne de bir doktorun yanına yaklaşmasına izin vermemiş, yapayalnız yatmıştı. Acıyı tanımak istemiyordu, herkesi bu acının dışında tutuyordu, böylece ortadan kalkacaktı acı.

     
Nietzsche: Özgürlük isteği, doğasındaki iktidar tutkusuyla çirkin bir çelişki içindedir. Sonunda da bu tutkunun kurbanı olur. Sözlerinin çoğu, bayağı bir zorbanın ağzından çıkmış sözler gibidir. Tiksindiricidir.

     
Montaigne: Montaigne'nin en güzel yanı, acele etmemesi. Sabırsızlıkla dolu heyecan ve düşünceleri bile aceleye kaçmadan ele alıyor. Kendi şahsına karşı sarsılmaz bir ilgi duyuyor. Kendi kendisinden gerçek anlamda utandığı yok hiç. Gözlemlediği her şeyi önemli sayıyor, ama aslında kendi şahsı tükenmez bir gözlem kaynağı. Hep kendi üzerine eğilmek ona bir çeşit özgürlük bağışlıyor. Kendi şahsı kaybedilmesi olanaksız bir nesne onun için, kendisini her zaman elinin altında bulunduruyor. Gözünü asla üzerinden ayırmadığı yaşamı da, gözlemleri gibi ağır tempolu bir akış izliyor.

     Goethe: Goethe cesaret değil, süreklilik gücüyle donatır insanı. Yakınında eğleştiğiniz zaman, ölümün o kadar uzun süre kendini sizden uzak tutacağı bir başka büyük şair bilmiyorum.

     
Tolstoy: Eksiksiz bir yaşamdır Tolstoy'unki. Son ana, ölüme dek bir yaşamda olması gereken her şey vardır. Olağanüstüdür, vardığı sonla da örnek bir yaşamdır. Kaçışından hemen önce "Karamazov Kardeşler"i karıştırır ve Mitya'nın babasına duyduğu nefreti dile getiren bölümü (yani nefret konusunu) okur. Nefret duygusunu yadsır, varlığını tanımaya yanaşmaz; belki de Dostoyevski'nin anlatımının insanı sürükleyip götüren yanını yeterince görememiş oluşunun nedeni, nefret duygusunu ahlâk açısından mahkûm etmiş oluşudur. Yine de kaçarken yanına almak üzere, kızı Maşa'ya "Karamazov Kardeşler"in ikinci cildini ısmarlamıştır.

     
Brecht: Paraya müthiş saygı duyuyordu; önemli olan tek şey, parayı kimin aldığıydı, nereden geldiği değil. Onu yolundan hiç kimsenin saptıramayacağına kesinlikle inanıyordu. Ona yardım eden ondan yanaydı (yardım etmeyen kendine ederdi). Berlin tıklım tıklım patron doluydu: onlar, manzaranın bir parçasıydılar. Ve Brecht tuzaklarına düşmeden onları kullanıyordu. Steyr otomobilleriyle ilgili bir şiir yazmıştı ve karşılığında kendisine bir otomobil armağan edilmişti.

     Karl Kraus: Karl Kraus’un on, oniki konuşmasını dinledikten, bir ya da iki yil süreyle "Fackel"i okuduktan sonra gözlemlediğim ilk olgu, kendime özgü yargıya varabilme istencimin körelmiş olduğuydu. Her biri tartışmasız kesinlikte, güçlü ve acımasız kararların saldırısına uğramıştım. Orada, o yüksek makamda bir kez alınan karar, artık kesin sayılıyordu; bu kararı bir kez de insanın kendi denetiminden geçirmesi, haddini bilmezlik gibi geliyordu; bu yüzden de Kraus’un mahkûm ettiği yazarlardan hiçbiri okunamıyordu. Kraus’un tümce kalelerinin yapı taşları arasında çimenler gibi yetişen küçük ve aşağılayıcı notlar da, bu notlarda ele alınan konulardan sürekli kaçılmasına yetiyordu. Benim açımdan bir tür çevre daralması başlamıştı: Daha önceleri, Viyana’dan uzakta, Zürih ve Frankfurt’da geçirdiğim sekiz yıl boyunca deli gibi okuyan, yazın alanının her yanında dolaşan biriydim; oysa şimdi bir sınırlama, bir tür çileci perhiz dönemine girmiştim. Kraus, roman ve öykü yazarlarına hiç değinmezdi; sanıyorum bu türlerin yazarları onu ilgilendirmiyordu ve bu da iyi bir şeydi. Böylece ben de onun düşünülebilecek en acımasız diktatörlüğü altında yaşamama karşın, bu durumdan etkilenmeksizin Dostoyevski, Poe, Gogol ve Stendhal’ı okumak, onları sanki dünyada Karl Kraus diye biri hiç yokmuşçasına özümsemek olanağını buldum. Bu durumu, o dönemdeki gizli yeraltı yaşamım diye adlandırmak istiyorum. O dönemde bir diktatörlük yönetiminde yaşamanın ne demek olduğunu gerçekten anladım. Bu diktatörlüğün gönüllü, tutkulu ve coşkulu yandaşıydım, tüm varlığımla ona bağlıydım. Karl Kraus’un düşmanlarına, nefret edilmesi gereken ahlâkdışı kişiler gözüyle bakıyordum; daha sonraki diktatörlüklerde olduğu gibi, sözde haşarat saydıklarımın kökünü kurutmaya kalkışmasam bile, başka türlü anlatamayacağım için yüzüm kızararak söylemem gerekir ki, benim "Yahudilerim" de vardı, yani kapalı yerlerde ya da sokakta rastladığımda başımı çevirip bir kez bakmaya bile değer bulmadıklarım, bana dokunsalar kirleneceğime inandığım, tüm ciddiyetimle insandan saymadığım kişiler: Karl Kraus’un kurbanları ve düşmanları.

     
Broch: Onu kanatları kırpılmış kocaman bir kuş gibi görürüdüm. / Sokakta rastlaştığımızda, tek savunması, gözle görülür acelesiydi. Ağzından çıkan ilk sözler (selam yerine geçmekle birlikte kulağa hayli içten gelen) "Acelem var," tümcesiydi. Kollarını, kırpılmış kanatlarını hareket ettirir, kalkışa hazırlanıyormuş, uçmaya çabalıyormuş gibi birkaç kez çırpardı. Sonra umutsuzluk içinde kısardı bu kanatları. Ona acır ve şöyle düşünürdüm: Zavallı adam, ne yazık ki uçamıyor! / O zamanlar Broch'un acele hareket etmesini nerdeyse destansı bir yorumla değerlendiriyordum. Bu büyük kuş, kanatlarının kırpılmış olduğunu asla kabullenememişti. Artık o göksel özgürlüğe, bütün insanlığı yücelten o tek atmosfere uçma yetisinden yoksun biri olarak, çevresindeki bireylerde belli atmosferler aranıyordu. Diğer yazarlar insanları topluyordu, o ise çevresindeki atmosferleri, insanların ciğerlerinden çıkan havayı, soludukları havayı içeren atmosferleri topluyordu. Bu toplanmış havadan onların özelliklerini saptıyordu; insanları, dışarı saldıkları atmosferlerine dayanarak belirliyordu. Bu daha önce hiç tanık olmadığım bir durumdu, böyle bir şeyle karşılaşacağım hiç aklıma gelmemişti. Yapıtlarında görsel ögeler baş rolü oynadığı yazarlar tanımıştım, akustik ögelerin egemen olduğu yazarlar tanımıştım. Kendi soluyuşunun, kendisinin belirleyici özelliğini oluşturabileceği bir yazarın var olabileceği aklımdan hiç geçmemişti.

     
Musil: Paraya dokunmazdı. Karısı sürekli yanında olurdu, tramvay biletlerini alan, bir kafede hesabı ödeyen hep karısıydı. Para düşünmeyi asla kabul etmezdi, bu onu sıkar ve üzerdi. Karısının parayı ondan sinek kovar gibi uzak tutmasından hoşnuttu. / Broch'un adının edebiyatla bağlantılı olarak anılmasını dayanılmaz buluyordu. Broch'u bir sanayici ve sanat etkinlikleri destekleyicisi olarak uzun süredir tanımaktaydı, ama bir yazar olarak ciddiye almaya yanaşmıyordu. Broch'un üçlüsü, onlarca yıldır üzerinde çalıştığı kendi tasarısının bir kopyası gibi gelmişti ona. Uyurgezeler üçlüsünü Niteliksiz Adam'dan çalmakla suçlamıştı onu. Tartışmalar bir yana, aralarındaki gerilime bile dayanamazdım. Yazma işini güçleştirmek, popüler olmak ya da anlık başarı için yazmayan birkaç kişiden ikisi olduklarından kuşkum yoktu. Bu, o zamanlar benim için yapıtlarından da önemliydi. / Paranın değerinin düşmesi nedeniyle elindekini avucundakini yitirmişti, mali durumu çok kötüydü. Viyana'ya dödüğünde bazı dostları Niteliksiz Adam üzerindeki çalışmalarını yürütmesini olanaklı kılmak amacıyla Musil Derneği diye bir dernek kurdular. Üyeleri aylık katkılarda bulunmakla yükümlüydüler. Katkıda bulunanların bir listesi de Musil'deydi. Böyle bir derneğin onu utandırdığını sanmıyorum. Haklı olarak bu insanların, yaptıkları işin farkında olduğuna inanıyordu. Yapıtına katkıda bulunma fırsatının kendilerine verilmesinden onur duyuyorlardı. Çalışmalarını sürdürmesi için parayı yüceltilmiş bir horgörüyle karşılaması gerekiyordu. Hitler Avusturya'yı işgal ettiğinde oyun bitti: Musil derneği üyelerinin çoğu Yahudiydi. / Musil, yaşamının son yıllarında, İsviçre'de müthiş bir yoksulluk içinde yaşarken, parayı horgörmesinin bedelini ağır ödedi. Onun o üzücü durumunu düşünmek benim için çok acı verici olsa da, farklı bir durum içinde olmasını istemezdim. Paraya olan ve artık estetik eğilimler taşımayan büyük burunlu horgörüsü, para kazanma yönünde (yetenek demeye insanın dili varmıyor gerçi ama) hiçbir yeteneğinin bulunmaması, bana öyle geliyor ki, onun özünü oluşturuyordu. Paranın başkaları için ne anlama geldiğini çok iyi bilmekle birlikte, kendi yaşamı için taşıdığı anlamı yokumsamaktan gurur duyuyordu. / Broch da Musil Derneğinin bir üyesiydi ve ödeneklerini düzenli olarak veriyordu. Bunu başkalarından öğrendim, kendisi hiç sözünü etmedi. Broch, tıpkı Musil gibi sürgünde yoksulluk içinde öldü. Kral olmadığı gibi olmaya istekli de değildi.  Niteliksiz Adam'da, Musil kralın ta kendisiydi.


KAYNAKÇA:

CANETTI Elias, Gözlerin Oyunu, çeviren: Şemsa Yeğin, Payel Yayınevi, İst., 2000
CANETTI Elias, Kulaktaki Meşale, çeviren: Şemsa Yeğin, Payel Yayınevi, İst., 1997
CANETTI Elias, Kurtarılmış Dil, çeviren: Şemsa Yeğin, Payel Yayınevi, İst., 1995
CANETTI Elias, Marakeş'te Sesler, çeviren: Kamuran Şipal, Cem Yayınevi, İst., 1990
CANETTI Elias, Sözcüklerin Bilinci, çeviren: Ahmet Cemal, Payel Yayınevi, İst., 1984
-CANETTI Elias, Kulakmisafiri, (Çev.: Şemsa Yeğin), Payel Yayınevi, İstanbul, 1994

Sait Faik, Son Günleri

Aşağıdaki alıntı Sabahattin Yalkın'ın "Varlık'ın Babası" başlıklı yazısından:

     Bence Yaşar Nabi'nin en önemli hizmetlerinden biri de Sait Faik Abasıyanık gibi kolay disiplin altına alınamayacak bir yazarı, sonuna dek desteklemesidir. Son Kuşlar kitabı Sait Faik'in artık içki içmediği, sağlıksız dönemine rastlar. Varlık'ta çıkan Dülger Balığının Ölümü öyküsü, bence Sait Faik'in kendi ölümüdür. Çünkü dülger balığı Sait Faik'in kendisidir. Sanırım bu öyküden önce yayımlanan Çarşıya İnemem öyküsü, Sait'in insanlardan kaçmaya başlamasının, dünyaya küsmesinin, yalnızlığının somut belirtileridir. İnsan delisi birinin, insanlardan kaçar olması ne demek... O günlerde Sait'in çok sinirli olduğu, herkesi kırdığı, herkesi kendine küstürdüğü söylenir. İşte o gün Yaşar Nabi, Sait Faik'ten de söz etti. "Gerçekte hali vakti iyiydi. O milyoner olduğunu bilmeyen bir milyonerdi, ama hep parasızdı. Bir gün kendisine yazacağı öykü için avans olarak beş lira vermiştim. Öyküyü getirdiğinde beş lira daha verecektim. Aradan haftalar geçti, Sait'ten ses yok. Ne oldu diye sorduğumda: -Elimde, bitmek üzere! deyip kaçıyordu. Paralar gitti diye içime kurt düşmüştü. Bir gün kendisini oldukça sıkıştırdım. Birden yüzünün rengi kıpkırmızı oldu. Bağıra bağıra şunları söyledi: Ne üstüme geliyorsun be adam! Ben ısmarlama hikâye yazmam. Ben otuzbir çeker gibi hikâye yazarım, anladın mı! Ve çekip gitti."

Sabahattin Yalkın
"Varlık'ın Babası"
Varlık, Mart 2001

28 Ocak 2023 Cumartesi

Hapishane

Sular, dağlar, ormanlar. Olimpos'ta güzel bir gün geçirdik, yani 1 gün. 10 milyon böceğin durma cırladığı bir yer mi güzel, yoksa 10 milyon insanın hay-huy içinde tepinip durduğu bir şehir mi? İkincisi, herhal... Neden doğayı sevmiyorum? Yıllardır sorup durduğum soru. Şunu buldum: köy çocuğuyum ben. Doğaya mahkum doğdum. Kim hapishanesini sever?

26 Ocak 2023 Perşembe

Sözlük (2.Bölüm )

  “İsmet Paşa asker kaçağıdır!”

1950 genel seçimlerinde Demokrat Parti’nin fısıltı gazetesi aracılığıyla yaydığı seçim sloganı. Türk sağının akıl-fikir şahikalarından.


*

 “General Aupick’e ölüm!”

Baudelaire’in barikatlarda attığı slogan/çığlık.

(bkz. Üvey baba nefreti.)


*

 “Kedilerimi iyi doyurunuz!”

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın son sözleri.


*

  Réne Char

Putu Lautréamont olan şair. Montparnasse’da yeni açılan bir barın adının Maldoror olduğunu öğrenince yanına Breton’u da alarak barı basmış, ortalığı dağıtmış, ancak bıçaklanarak durdurulabilmiştir.


*

Bir Şiirden

Turgut Uyar’ın ‘kötü polis’ yüzü.


*

 

Tütünler Islak

Adını, “o yıllarda Tekel’in çıkardığı sigaraların hep ıslak olmasından” alan Turgut Uyar kitabı.


(Kaynağını İsmet Özel’den alan kaynak için, bkz. Baki Asiltürk – Mehmet Sümer, “Diyalojik Okuma, Bahisleri Yükseltmek: Orhan Koçak”, Özgür Edebiyat, S. 32 / Mart-Nisan 2012, s. 86)


*


Popülist Züppe

Donald Kuspit'e göre, ("toplumun umursamazlığına ayna tutan") Warhol.


*

 

Entelektüel Züppe

Donald Kuspit'e göre, ("toplumun umursamazlığını eleştiren") Duchamp.


*


 Yeşil Cami (Bursa)

Tanpınar'a göre, "Osmanlı'nın Doğu'ya son bakışı."


*

 

 "Mayakofski Neden İntihar Etti?"


Nâzım Hikmet'in Temmuz 1930 tarihli Resimli Ay'da yayımlanan yazısının başlığı. Nazım, şair Demyan Bedni'den aktarıyor:


"Ağır bir hastalık, tesadüfî bir yalnızlık ve şahsi bazı ıstırapların birleştiği bir anda, eski, ferdiyetçi insiyaklar harekete geldiler. Eski Mayakofski, yeni Mayakofski'yi bir zayıf anında yakalayıp öldürdü."


İntihar eden eski Mayakofski'dir. Ama nedense, intihar mektubunu yeni Mayakofski yazar:

"İntihar hiçbir şeyi halletmez. Vatandaşlarıma bu işi katiyen tavsiye etmem."



*

 

28 Şubat

İsmet Özel'e göre, "takvimde herhangi bir gündür. Devletin her günkü doğal refleksidir."



*

 

"Türkiye’deki ilk modernist şiirler"

Hasan Bülent Kahraman’a göre, “Nazım Hikmet’in 1920’lerde Aydınlık dergisinde yayınladığı şiirler.



*

 

Turgut Özal

Çetin Altan’ın “Hiç roman okudunuz mu?” sorusunu, “Ben masal okumam!” diye cevaplayan devlet büyüğü.


*


 

“Şiirin vücudu”
Yannis Ritsos’a göre, imge.


*

 

“Sinema salonu olmayan ülkenin kadın yönetmeni”

Suudi Arabistanlı Haifa Al Mansour. Kahire Amerikan Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı okudu, filmlerini konsolosluklarda ve festivallerde gösterebiliyor, Suudi sinemasını ‘kurmaya’ çalışıyor. (Tırnak içindeki başlık Ayşe Durukan’a ait.)


*

 

Sinema

İmam Humeyni’ye göre, “bir ruhun toplumun vücuduna üflenmesidir.”

 

*

 

Orhan Şaik Gökyay


Irkçılık yüzünden hapis yattığı hapishanede, Hasan Âli Yücel’in ricası üzerine, Mercimek Ahmed’in Kabusname’sini lûgatsiz, sözlüksüz, elinin altında hiçbir kaynak olmadan, “kafadan” çeviren hoca.


*

 

Muhsin Ertuğrul

Tiyatroda, sinemada yaptığı işleri sabun köpüğü olarak gören, “Hayatta yaptığım en kalıcı iş, Dragos’a, evimin yoluna diktiğim çınarlardır!” yollu bir özeleştirisi bulunan sanat adamımız.


*

 

“Kur’an’ı kapa, kadınları aç!”


İçtihat dergisini Cenevre’de yayınladığı yıllarda Müslüman halkların kalkınması için çareler arayan, bu konuda anketler düzenleyen Abdullah Cevdet’e, bir Fransız edebiyatçısının verdiği cevap. Abdullah Cevdet, tabii, cevabı değiştirerek yayınlamıştır: “Hem Kur’an’ı, hem kadınları aç.


*


Hünsa


Sait Faik’in Lautréamont çevirisi. İlhan Berk’e göre, “bir çeviri doruğu.”


*

 

Harry Potter


Ursula K. Le Guin’e göre, “okul romanı ile ters düşen hareketli bir çocuk fantazyası. O yaş grubu için iyi bir eğlence, ama üslubu sıradan, hayal gücü açısından yaratıcılıktan uzak ve ahlaki olarak oldukça zalim.”


*

 

Emile Zola


Taşrada yaşayan ‘eski dost’ Cézanne’a göre, “Kabine bakanı gibi şatafatlı bir yaşamı olan, hizmetçileri, halıları ve mobilyalarıyla yaşayan bir pis burjuva.”


*

 

 Death News


Ginsberg’in ağıtı. William Carlos Williams’ın ardından yakılmıştır.


*

 

Cézanne


İlk modern. Taşrada yaşadı, ama Paris’teki evini kapatmadı. Askerden kaçtı, ama savaş sonunda tam bir vatanmilletsakarya adamı oldu. Resim yaparken (fırtınaya yakalandı, üşüttü) öldü.


*

 


 Bir Günün Sonunda Arzû


Bir Ahmet Haşim şiiri.  Orhan Veli’yi çatlatan “Bu göllerde bir dem kamış olsam” dizesi bu şiirdedir. Hüseyin Ferhad’a göre, Türk modernizminin “ilk hudut taşı”.


*

 

Ali Günvar

Ateist olduğunu söyleyenlere, “Hangi dinin ateistisin?” diye soran şair.


*

 


 Yaşar Kemal

Bir romanının yayın hakkını büyük bir gazeteye sattıktan sonra aldığı ("iki yıl çalışmadan şiir yazılabilecek bir meblağ"ı içeren) çeki Enis Batur'a uzatıp: "Hemen işinden istifa et, bununla bir şiir kitabı bitir!" diyen yazar.


*

 

Aleksandr Blok

Üçüncü edimi arayan şair. "Yıkmak da korumak kadar geleneksel bir fiildir. Önemli olan, ne birine ne ötekine sığdırılabilen üçüncü edimi bulmaktır."


*


Rilke

Auden’a göre, “Sappho’dan bu yana en büyük lezbiyen şair.”


*

 

 “Yazı yazmadan önce mutlu yıllar yaşadım.”

Gustave Flaubert’in, çocukluğuna dönüp baktığıdır.


*

 

Yavuz Turgul

Montaj masasında, filmlerinde anlattığı hayat kadar acımasız olamayan yönetmen. Mantıkla arası yoktur. Yazısı iyi, fotoğrafı mükemmeldir.


*

 

Yaşar Nabi Nayır

Şiirleri ortaokul ders kitaplarına alındığında, kendisi henüz lise öğrencisi olan şair.


*

 

Yorkshire


Henüz para basabilecek teknolojisi olmayan 18 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin Thomas de la Rue Matbaası’nda basılan 50 ve 100 liralık banknotlarını getirirken, mola verdiği Pire (Yunanistan) Limanı’nda, Alman savaş uçaklarınca bombalanan İngiliz kargo gemisi. 16 Nisan 1941: Pire halkı, Türkiye’nin  savaş dışı kalması nedeniyle Avrupa’nın en prestijli para birimi haline gelen ‘lira’larla kaplı denizi yağmalıyor.


*

 

“Yalnızca edebiyatın, edebiyatçının değil, dergilerin de başkenti İstanbul’dur.”


90’lardan eleştiri karesi: herkesten şişman Fethi Naci’nin Anadolu dergilerine orta parmağını gösterdiğidir.


*

 

 

“Umumhane gerçekçileri”

60’lardan eleştiri karesi: “öznelci” Sezer Tansuğ, nesnelcileri tanımlıyor.


*

 

“Nobel mükâfatı kazanan” Türk romancısı

MİT’in (o zamanki adıyla MAM) 6.3.1954 gün ve Em. Ş. 1.B 3075-1166 sayılı raporuna ve 1957 yılı fişlerine göre, Yaşar Kemal.


*

 

İnkılâp Dersleri


Recep Peker’in (Ülkü dergisinde çıkan ‘ders notları’nı içeren) kitabı. Asaf Savaş Akat’a göre, “demokrasinin kötü bir şey olduğunu ve zaten iflas ettiğini” anlatır. Atatürk’ün sağlığında, 1935’te yayınlanmıştır.


*

 

“İkinci Yeni’nin oğlu, Kırk Kuşağı’nın evlatlığı”

Sabit Kemal Bayıldıran’a göre, Ataol Behramoğlu.


*

 

 “Havada Bulut”

Asıl adı "Kovada Bulut" olan, Büyük Doğu dergisinde yayımlanırken editörün (Necip Fazıl) baskısıyla bu adı alan, Sait Faik'in birbirine bağlı  hikâyeler toplamı.


*

 

“Harry, can you come today?”

Çaresizlikten doğan zihinsel dengesizliği anlatır bir Darren Aronofsky repliği. Filmde (Requiem for a Dream) bıçağın indiği andır.


*


 

Frantz Fanon

Homi Bhabha’ya göre, “siyah Lacan.”


*


Gecenin Sonuna Yolculuk

Anissimov’a göre, “kapitalizm üzerine yazılmış gerçek bir ansiklopedi”: “Ancak (Céline) gerçekliğin yüzüne o kadar korkusuzca baktıktan sonra, onu kabul etmeyi reddetti.”


*


 

Garip

Attilâ İlhan’a göre, “Fransız edebiyatının Türkiye’deki temsilcisi.”


*


 “Fotoğrafın Mikropları”

Ara Güler, reklam fotoğrafçılarını tanımlıyor.


*

 

Fethi Naci

Enis Batur'a göre, "ağırlıksız" biri: "kendi hafifliğini aramış ve bulmuş sanki."


*

 

Fargo

En beyaz kara film.


*

 

“Entrez!”

Park Otel’in 165 numaralı odasının kapısı çalındığında, müdaviminin verdiği cevap/komut/ünlem.


*

 

Ezra Pound

Şiiri, “sözcüklerin müzikleştirilmiş bir kompozisyonu” olarak tanımlayan majör şair. İcimizdeki İrlandalı.


*

 

Dublin

James Joyce’a göre bir felç merkezi.


*

 

 Doğu-Batı Dîvanı (Enis Batur)


Turgay Fisekçi’ye göre, (“insanlığın acılarından söz açan bir bütünlüklü toplam” olması nedeniyle) “belki de yazınımızda yalnızca Memleketimden İnsan Manzaraları’yla ilişkilendirilebilecek bir yapıt.”


*

 

“Devletin şairi olamayan devletperest”

Sabit Kemal Bayıldıran’a göre, Yahya Kemal.


*

 

De Fem Benspaend (The Five Obstructions)

Lars von Trier’in, hocası Jorgen Leth’in yanaklarını İsa’nın yanaklarına çevirdiğidir. 4 tokat, 1 makas.


*

 

 Çocuk ve Allah

Dağlarca’nın altın yumurtası. Ahmet Oktay’a göre, şairin sonraki kitaplarının tüm ‘içeriksel’ sorunlarını da kapsar.


*

 


 Charlie Chaplin

Sahte evrak düzenleyerek “Şarlo’yu taklit etme yarışması”na katılan, ancak 13’üncü olabilen ‘oyuncu’.


*

 

Céline

Yahya Kemal’e göre, “patlamış lậğıma benzeyen nậsir”: “Berbad bir küûlle zilzurna sarhoş olup içini döken bayağı bir sarhoş nasıl konuşursa öyle yazıyor,” ancak, “neşrettiği teaffün arasında, kendi aleyhinde söylenecek kadar cür’et ve letậfet gösteriyor.”


*

 

 “Bir kitapta resim şart!”


Bir Cemal Süreya incisi. Gustave Flaubert’in, “Ben sağ oldukça kitaplarım resimli olarak çıkmayacaktır, çünkü çok güzel bir tasvir, çok kötü bir resmin yanında bile sönük kalır,” önermesinin paralaksı.


*

 

 Baudelaire

Fotoğrafı bir sanat dalı olarak kabul etmeyen türün, tarihte bilinen ilk babası.


*

 

“Batı enstrümanlarıyla arabesk çalan” şair

Sabit Kemal Bayıldıran’a göre, Ahmet Haşim.


*

 

Auden

George Orwell’a göre, “tetik çekildiği anda hep başka bir yerde olan insan(lardan).”


*

 

 “Au contraire”

İngiliz olup olmadığı sorulduğunda Samuel Beckett’in verdiği cevap.


*

 

“Arslan avında karşılaşacağım tek sorun, arslanı göremeyecek olmam.”

Görme sorunları yaşayan James Joyce, Hemingway’le arslan avına çıkmadan önce, durum değerlendirmesi yapıyor.


*

 

 Alexandre Kojeve

Mao’nun devrimini “Napolyon yasaları Çin’e girdi!” diye yorumlamış, sağ ve sol kanat Hegelci alternatifler arasındaki savaşın bir galibinin olmayacağını, olsa bile bunun bir ayrıntı sayılması gerektiğini,  kim kazanırsa kazansın gelişmiş dünyanın tamamının bir tür küresel topluma doğru ilerleyeceğini öngörmüş, Birleşik Devletler ve Birleşik Sovyetler’e karşı üçüncü bir güç (Latin İmparatorluğu) yaratılması konusunda politikalar üretmiş, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun oluşumunda önemli rol oynamış, “ikna olmuş bir komünist” olmasına rağmen İkinci Dünya Savaşı sonrasından başlayarak öldüğü 1968 yılına kadar Fransa’da “güvenilir bir hükümet danışmanı” olarak görev yapmış, Avrupa entelektüel çevrelerini sanıldığından fazla etkilemiş, özellikle Bataille, Lacan, Breton gibi isimleri darmadağın etmiş siyaset felsefecisi, siyaset felsefecilerine göre gelmiş geçmiş en büyük Hegel uzmanı.


*

 

 Alain Bosquet

Şiirden arta kalan zamanını “toplumda yer yapmaya” ayırmış, fiilen katıldığı Normandiya çıkarmasının olduğu gün dışında her gün gazete okumuş (çünkü, “gazete sizi asrın bilincine vardırır, insanoğlunun psikolojisini, derinliğini ve acımasızlığını öğretir”), Samuel Beckett tarafından İngilizceye çevrilen şiirlerini orjinallerinden başarılı saymış, Paul Eluard’ı “küçük ve değersiz”, Rıza Tevfik’i “görkemli” bulmuş, baba tarafından Rus, Alzaslı Yahudi ve Katolik, anne tarafından Alman ve Tatar, ABD ordusundan emekli Parisli şair.


*

Aka Gündüz

Dağıtmış ruh. Toplama zihin. Pan-Türkist, popülist, realist, romantik, ak, kara, her şey, her şeyden bir şey. Ne olduğunu soran Atatürk’e “Anarşistim!” demişliği de vardır.

Yazdığı 300 sayfalık romanda tek silik, çizik, düzeltme olmamasıyla övünür. Dünya rekoru sahibidir: “İki Süngü Arasında” romanını (her yarım saatte bir penceresine bırakılan kahveleri içerek) bir buçuk günde yazmıştır.


*

 

Abdülhak Hâmid’in şiir tanımı

şöyledir: “Şiir, bir hakikat-ı müdhişenin tazyiki altında hiçbir şey söyleyememektir.”