Dil: Kraus sayesinde toplum bireyinin, kendisini öteki insanların tümünden ayıran ve konuştuğu dilden kaynaklanan bir kişiliğinin de bulunduğunu anlamaya başladım. İnsanların gerçi birbirleriyle konuştuklarını, ama karşılarındakileri anlamadıklarını; sözlerinin başkalarının sözlerine çarpıp etkisiz kalan vuruşlar olduğunu; dilin insanlar arasındaki iletişimin bir aracı olduğuna inanmak kadar büyük bir yanılsamanın düşünülemeyeceğini kavradım. İnsan konuşur, ama karşısındaki onu anlamaz. İnsan konuşmasını sürdürür; bu kez karşısındaki tarafından daha da az anlaşılır. Bağırdığımızda, karşımızdaki de bizi bağırmayla yanıtlar; dilbilgisinin alanı içerisinde zavallı bir yaşam sürdüren boşalma, dile zorla egemen olur. Seslenişler, taraflar arasında top gibi gidip gelir, çarpar ve yere düşer. Karşımızdakine bir şeyler iletebildiğimiz enderdir.
Bilgi: Bilgide korkunç derecede bir amaca
yöneliklik ve bağımlılık vardır. Uygulama alanına konulmak, bir hedefe
yöneltilmek, işe koşulmak ister bilgi. Kendisini onsuz yapılamaz kılmak ister.
Adet ve alışkanlığa dönüşmek ister. Işıl ışıl parıldayan uzak yıldızlar
düzeyine indirgenmeye yanaşmaz. Belli bir hedefe isabet etmek ister. Öldürmek
ister.
Yaradılış: Hayvanların 'İlk Günah'ı nerede? Neden
onlar da ölümü tadıyor?
Zoo: Tarihe bakın: hayvanların yok denecek
kadar az adı geçiyor.
Zoom: Ne zaman bir hayvana dikkatle bakılsa,
onun içine yan gelip kurulmuş bir insanın sizinle eğlendiği duygusuna
kapılmamak elde değildir.
Korku: Konuşmadan yaşadıkları için hayvanların
korkuları daha mı azdır?
Dirty
Mickey: En
büyük isteğim, bir farenin bir kediyi canlı canlı yediğini görmektir. Tabii,
fare bu işi yapmadan önce kediyle oynamış olmalıdır.
Düş: Kedi, fareyi pençeleriyle donatıp
hayatın içine saldı.
Davut: Hep Doğru'yu söyleyen kişilere inanma.
Uyku: İnsan bir kimseyi uyurken gördü mü,
ona karşı kin besleyemez artık.
İnanç: Ölüme çare bulundu diyelim, insanlar
artık neye inanma gücü gösterebilecekler?
İnanç: İnandığı şeyden ötürü kimseyi
aşağılamamak. Neye inanacağın asla sana bağlı değildir. Her inanca,
düşmanlıktan uzak ve saf bir tutumla yaklaşmak. Böylece, ancak böylece, inanç
denilen şeyin içyüzünü ele geçirme konusunda o pek küçük umudu içinde yaşatabilirsin.
Soğuk
Arkeoloji: İnsansız
nesnelerden pek haz duyamıyorum. İnsanlar öldükten sonra yaşamlarını sürdüren
nesnelere karşı duyduğum içerleme.
Budizm: Benim için yetersiz kalıyor Budizm,
çünkü pek çok şeyden el çekiyor. Ölüm sorununa bir çözüm getirmiyor, bilmezden
geliyor ölümü. Gerçekte hiç bir Hint öğretisi ölüme karşı çıkmamıştır: yaşamı
değesiz kılarak aklamışlardır ölümü.
Taoizm: Taoizm uzun ömürlülüğe ve bu yaşamdaki ölümsüzlüğe çok değer
veriyor, ulaşılmasına yardım ettiği suretler hep bu dünyaya ilişkindir.
Kendileri bilmese de, şairlerin dinidir Taoizm.
Sahnede
Haller: İyi
tanıdığım insanlara ikide bir aynı olayları anlattırıp dinlemeyi pek seviyorum,
hele bunlar yaşamlarının odak noktalarını oluşturan olaylarsa bayılıyorum.
İlgili olayları her anlatışlarında biraz değiştiren insanlarla ahbaplık etmeye
katlanabiliyorum ancak. Ötekileri rollerini fazlasıyla iyi ezberlemiş oyuncular
gibi görüyorum, onlara inanmak gelmiyor içimden.
Şaşı: Çağımızı çok kısa tanımlamak gerekseydi,
birbirine en karşıt şeylere aynı zamanda şaşılabilen çağ denebilirdi. Örneğin, aynı zamanda
hem bir kitabın etkisini binlerce yil sürdürmesine, hem de bütün kitapların
daha uzun süre etkin olamamasına şaşırmak. Hem tanrılara duyulan inanca, hem de
her saat yeni tanrıların önünde diz çökmeyişimize şaşırmak. Hem yargılı
olduğumuz cinselliğe, hem de bu bölünmenin daha derinlere uzanmayışına şaşmak.
Godot: Öyle cümleler vardır ki, yalnızca bir başka dilde anlam kazanır. Kendilerini
doğurtacak bir ebe bekler gibi çevirmenlerini bekler.
Özgünlük: Özgünlük bir isteme dönüştürülemez.
Özgün olmak isteyen, asla olamaz; kimilerinin özgün sayılabilmek için
başvurdukları, iyi tasarlanmış, ama kendini beğenmişliği dile getirmekten başka
işe yaramayan maskaralıklar, hiç kuşkusuz hâlâ acı acı anılarımızdadır. Ancak,
özgünlük peşinde koşmayı onaylamamakla, bir yazarın özgün olmasının hiç de
gerekmediği yolundaki budalaca sav arasında çok büyük bir uçurum vardır. Bir
yazar ya özgündür, ya da
yazar değildir. Yazar, derin ve yalın bir biçimde, bizim onun kötü alışkanlığı
diye adlandırdığımız yanı aracılığıyla özgün olur. O denli özgündür ki,
kendisinin böyle olduğunun bilincine varmaz bile.
Günce: Güncede insan kendi kendisiyle
konuşur. Bunu yapamayan, karşısında ister gelecek için, ister ölümünden sonrası
için bir dinleyici kitlesi gören, yapaylığa kaçmış demektir. Burada söz konusu
olan, bu tür yapay günceler değildir. Bu günceler de kendine göre değer
taşıyabilir. Aralarında son derece çekici olanları vardır; bunların
ilginçlikleri, yapaylıkları ölçüsünde artar: Çekicilikleri yazan sahtekârın
yeteneğine bağlıdır.
Not Tutmak: Notlar,
insanın içinden geldiği gibi kaleme alınan, birbiriyle çelişen yazılardır. Kimi
zaman dayanılmaz bir gerilimden, ama coğu kez de aşırı bir hafife almadan
kaynaklanan esintileri içerir. Sanki hiçbir yerden gelmiyormuş, hiçbir yere de
götürmüyormuş gibi çıkmalıdır bunlar, ve yazılanlar coğunlukla kısa, ani,
denetimden uzak, işlenmemiş, iddiasız ve amaçsız olacaktır. Başka zamanlar bir
sıkıdüzen içinde çalışan kalem sahibi, kısa bir süre için esintilerinin gönüllü
oyuncağı olur. Kendisinden kaynaklanabileceğini asla aklına getirmediği,
geçmişine, inançlarına, dahası biçemine, utanma duygusuna, gururuna ve başka
zamanlar büyük bir dirençle savunduğu doğruluğuna ters düşen şeyler yapar. Çok
sonra, yazılanlar yazanın gözüne artık sanki bir başkasının kaleminden
çıkmaymış gibi göründüğünde, notlar arasında yazana eskiden belki anlamsız
gelmiş, ama ansızın başkaları için anlam taşımaya başlamış şeyler bulunabilir.
O zaman yazar da artık o başkaları arasında yer almış olacağından,
kullanilabilecekleri büyük çaba harcamasına gerek kalmaksızın ayırabilir.
Don
Quixote: O
yalnızca ilk roman olmakla kalmıyor, gelmiş geçmiş romanların en iyisi olma
niteliğini de hâlâ koruyor. Bana göre onda eksik olan hiçbir şey yok, bu
romanda eksik olan hiçbir çağdaş bilgi yok.
Michelangelo: Kendi içinde tükenmeyen, bir şeye
dönüşen, sonra da başkaları için varlık kazanan ve varlığını sürdüren acı
duygusunu bana ilk veren o olmuştu. Herkesin bildiği bedensel acı değil, özel
bir acı türüydü bu. Son Yargı üzerinde çalışırken iskeleden düşüp de
ciddi olarak yaralandığında,
kendisini eve kapatmış, ne bir yardımcısının ne de bir doktorun yanına yaklaşmasına
izin vermemiş, yapayalnız yatmıştı. Acıyı tanımak istemiyordu, herkesi bu
acının dışında tutuyordu, böylece ortadan kalkacaktı acı.
Nietzsche: Özgürlük isteği, doğasındaki iktidar
tutkusuyla çirkin bir çelişki içindedir. Sonunda da bu tutkunun kurbanı olur.
Sözlerinin çoğu, bayağı bir zorbanın ağzından çıkmış sözler gibidir.
Tiksindiricidir.
Montaigne: Montaigne'nin en güzel yanı, acele
etmemesi. Sabırsızlıkla dolu heyecan ve düşünceleri bile aceleye kaçmadan ele
alıyor. Kendi şahsına karşı sarsılmaz bir ilgi duyuyor. Kendi kendisinden
gerçek anlamda utandığı yok hiç. Gözlemlediği her şeyi önemli sayıyor, ama
aslında kendi şahsı tükenmez bir gözlem kaynağı. Hep kendi üzerine eğilmek ona
bir çeşit özgürlük bağışlıyor. Kendi şahsı kaybedilmesi olanaksız bir nesne
onun için, kendisini her zaman elinin altında bulunduruyor. Gözünü asla
üzerinden ayırmadığı yaşamı da, gözlemleri gibi ağır tempolu bir akış izliyor.
Goethe: Goethe cesaret değil, süreklilik
gücüyle donatır insanı. Yakınında eğleştiğiniz zaman, ölümün o kadar uzun süre
kendini sizden uzak tutacağı bir başka büyük şair bilmiyorum.
Tolstoy: Eksiksiz bir yaşamdır Tolstoy'unki. Son ana,
ölüme dek bir yaşamda olması gereken her şey vardır. Olağanüstüdür, vardığı sonla
da örnek bir yaşamdır. Kaçışından hemen önce "Karamazov Kardeşler"i
karıştırır ve Mitya'nın babasına duyduğu nefreti dile getiren bölümü (yani
nefret konusunu) okur. Nefret duygusunu yadsır, varlığını tanımaya yanaşmaz;
belki de Dostoyevski'nin anlatımının insanı sürükleyip götüren yanını yeterince
görememiş oluşunun nedeni, nefret duygusunu ahlâk açısından mahkûm etmiş
oluşudur. Yine de kaçarken yanına almak üzere, kızı Maşa'ya "Karamazov
Kardeşler"in ikinci cildini ısmarlamıştır.
Brecht: Paraya müthiş saygı duyuyordu; önemli
olan tek şey, parayı kimin aldığıydı, nereden geldiği değil. Onu
yolundan hiç kimsenin saptıramayacağına kesinlikle inanıyordu. Ona yardım eden
ondan yanaydı (yardım etmeyen kendine ederdi). Berlin tıklım tıklım patron
doluydu: onlar, manzaranın bir parçasıydılar. Ve Brecht tuzaklarına düşmeden
onları kullanıyordu. Steyr otomobilleriyle ilgili bir şiir yazmıştı ve
karşılığında kendisine bir otomobil armağan edilmişti.
Karl Kraus: Karl Kraus’un on, oniki konuşmasını
dinledikten, bir ya da iki yil süreyle "Fackel"i okuduktan sonra
gözlemlediğim ilk olgu, kendime özgü yargıya varabilme istencimin körelmiş
olduğuydu. Her biri tartışmasız kesinlikte, güçlü ve acımasız kararların
saldırısına uğramıştım. Orada, o yüksek makamda bir kez alınan karar, artık
kesin sayılıyordu; bu kararı bir kez de insanın kendi denetiminden geçirmesi,
haddini bilmezlik gibi geliyordu; bu yüzden de Kraus’un mahkûm ettiği
yazarlardan hiçbiri okunamıyordu. Kraus’un tümce kalelerinin yapı taşları
arasında çimenler gibi yetişen küçük ve aşağılayıcı notlar da, bu notlarda ele
alınan konulardan sürekli kaçılmasına yetiyordu. Benim açımdan bir tür çevre
daralması başlamıştı: Daha önceleri, Viyana’dan uzakta, Zürih ve Frankfurt’da
geçirdiğim sekiz yıl boyunca deli gibi okuyan, yazın alanının her yanında
dolaşan biriydim; oysa şimdi bir sınırlama, bir tür çileci perhiz dönemine
girmiştim. Kraus, roman ve öykü yazarlarına hiç değinmezdi; sanıyorum bu
türlerin yazarları onu ilgilendirmiyordu ve bu da iyi bir şeydi. Böylece ben de
onun düşünülebilecek en acımasız diktatörlüğü altında yaşamama karşın, bu durumdan
etkilenmeksizin Dostoyevski, Poe, Gogol ve Stendhal’ı okumak, onları sanki
dünyada Karl Kraus diye biri hiç yokmuşçasına özümsemek olanağını buldum. Bu
durumu, o dönemdeki gizli yeraltı yaşamım diye adlandırmak istiyorum. O dönemde
bir diktatörlük yönetiminde yaşamanın ne demek olduğunu gerçekten anladım. Bu
diktatörlüğün gönüllü, tutkulu ve coşkulu yandaşıydım, tüm varlığımla ona
bağlıydım. Karl Kraus’un düşmanlarına, nefret edilmesi gereken ahlâkdışı
kişiler gözüyle bakıyordum; daha sonraki diktatörlüklerde olduğu gibi, sözde
haşarat saydıklarımın kökünü kurutmaya kalkışmasam bile, başka türlü
anlatamayacağım için yüzüm kızararak söylemem gerekir ki, benim
"Yahudilerim" de vardı, yani kapalı yerlerde ya da sokakta
rastladığımda başımı çevirip bir kez bakmaya bile değer bulmadıklarım, bana
dokunsalar kirleneceğime inandığım, tüm ciddiyetimle insandan saymadığım
kişiler: Karl Kraus’un kurbanları ve düşmanları.
Broch: Onu kanatları kırpılmış kocaman bir
kuş gibi görürüdüm. / Sokakta rastlaştığımızda, tek savunması, gözle görülür
acelesiydi. Ağzından çıkan ilk sözler (selam yerine geçmekle birlikte kulağa
hayli içten gelen) "Acelem var," tümcesiydi. Kollarını, kırpılmış
kanatlarını hareket ettirir, kalkışa hazırlanıyormuş, uçmaya çabalıyormuş gibi
birkaç kez çırpardı. Sonra umutsuzluk içinde kısardı bu kanatları. Ona acır ve
şöyle düşünürdüm: Zavallı adam, ne yazık ki uçamıyor! / O zamanlar Broch'un
acele hareket etmesini nerdeyse destansı bir yorumla değerlendiriyordum. Bu
büyük kuş, kanatlarının kırpılmış olduğunu asla kabullenememişti. Artık o
göksel özgürlüğe, bütün insanlığı yücelten o tek atmosfere uçma yetisinden yoksun biri
olarak, çevresindeki bireylerde belli atmosferler aranıyordu. Diğer yazarlar
insanları topluyordu, o ise çevresindeki atmosferleri, insanların ciğerlerinden
çıkan havayı, soludukları havayı içeren atmosferleri topluyordu. Bu toplanmış
havadan onların özelliklerini saptıyordu; insanları, dışarı saldıkları
atmosferlerine dayanarak belirliyordu. Bu daha önce hiç tanık olmadığım bir
durumdu, böyle bir şeyle karşılaşacağım hiç aklıma gelmemişti. Yapıtlarında
görsel ögeler baş rolü oynadığı yazarlar tanımıştım, akustik ögelerin egemen
olduğu yazarlar tanımıştım. Kendi soluyuşunun, kendisinin belirleyici
özelliğini oluşturabileceği bir yazarın var olabileceği aklımdan hiç
geçmemişti.
Musil: Paraya dokunmazdı. Karısı sürekli
yanında olurdu, tramvay biletlerini alan, bir kafede hesabı ödeyen hep
karısıydı. Para düşünmeyi asla kabul etmezdi, bu onu sıkar ve üzerdi. Karısının
parayı ondan sinek kovar gibi uzak tutmasından hoşnuttu. / Broch'un adının
edebiyatla bağlantılı olarak anılmasını dayanılmaz buluyordu. Broch'u bir
sanayici ve sanat etkinlikleri destekleyicisi olarak uzun süredir tanımaktaydı,
ama bir yazar olarak ciddiye almaya yanaşmıyordu. Broch'un üçlüsü, onlarca
yıldır üzerinde çalıştığı kendi tasarısının bir kopyası gibi gelmişti ona. Uyurgezeler üçlüsünü Niteliksiz
Adam'dan çalmakla suçlamıştı onu. Tartışmalar bir yana,
aralarındaki gerilime bile dayanamazdım. Yazma işini güçleştirmek, popüler
olmak ya da anlık başarı için yazmayan birkaç kişiden ikisi olduklarından
kuşkum yoktu. Bu, o zamanlar benim için yapıtlarından da önemliydi. / Paranın
değerinin düşmesi nedeniyle elindekini avucundakini yitirmişti, mali durumu çok
kötüydü. Viyana'ya dödüğünde bazı dostları Niteliksiz Adam üzerindeki çalışmalarını yürütmesini
olanaklı kılmak amacıyla Musil Derneği diye bir dernek kurdular. Üyeleri aylık
katkılarda bulunmakla yükümlüydüler. Katkıda bulunanların bir listesi de
Musil'deydi. Böyle bir derneğin onu utandırdığını sanmıyorum. Haklı olarak bu
insanların, yaptıkları işin farkında olduğuna inanıyordu. Yapıtına katkıda
bulunma fırsatının kendilerine verilmesinden onur duyuyorlardı. Çalışmalarını
sürdürmesi için parayı yüceltilmiş bir horgörüyle karşılaması gerekiyordu.
Hitler Avusturya'yı işgal ettiğinde oyun bitti: Musil derneği üyelerinin çoğu
Yahudiydi. / Musil, yaşamının son yıllarında, İsviçre'de müthiş bir yoksulluk
içinde yaşarken, parayı horgörmesinin bedelini ağır ödedi. Onun o üzücü
durumunu düşünmek benim için çok acı verici olsa da, farklı bir durum içinde
olmasını istemezdim. Paraya olan ve artık estetik eğilimler taşımayan büyük
burunlu horgörüsü, para kazanma yönünde (yetenek demeye insanın dili varmıyor
gerçi ama) hiçbir yeteneğinin bulunmaması, bana öyle geliyor ki, onun özünü
oluşturuyordu. Paranın başkaları için ne anlama geldiğini çok iyi bilmekle
birlikte, kendi yaşamı için taşıdığı anlamı yokumsamaktan gurur duyuyordu. /
Broch da Musil Derneğinin bir üyesiydi ve ödeneklerini düzenli olarak
veriyordu. Bunu başkalarından öğrendim, kendisi hiç sözünü etmedi. Broch, tıpkı
Musil gibi sürgünde yoksulluk içinde öldü. Kral olmadığı gibi olmaya istekli de
değildi. Niteliksiz Adam'da,
Musil kralın ta kendisiydi.
KAYNAKÇA:
CANETTI Elias, Gözlerin Oyunu,
çeviren: Şemsa Yeğin, Payel Yayınevi, İst., 2000
CANETTI Elias, Kulaktaki Meşale,
çeviren: Şemsa Yeğin, Payel Yayınevi, İst., 1997
CANETTI Elias, Kurtarılmış Dil,
çeviren: Şemsa Yeğin, Payel Yayınevi, İst., 1995
CANETTI Elias, Marakeş'te Sesler,
çeviren: Kamuran Şipal, Cem Yayınevi, İst., 1990
CANETTI Elias, Sözcüklerin Bilinci,
çeviren: Ahmet Cemal, Payel Yayınevi, İst., 1984
-CANETTI Elias, Kulakmisafiri,
(Çev.: Şemsa Yeğin), Payel Yayınevi, İstanbul, 1994