Muzaffer Buyrukçu
6 Mayıs 1970
Edip Cansever, ben,Talât (Talât Kılıç) Taksimdeki 'Mutfak' meyhanesindeydik.
Turgut Uyar'la Tomris Uyar, bir çocuk arabasını iterek girdiler bahçeye. Edip Cansever, "Reis!" diye seslendi. Geldiler. Yer açtık. Tomris Uyar, "Buyrukçu, oğlum Turgut'u gördün mü?" dedi. Kalktım, temiz örtülerin arasında uslu uslu duran çocuğa doğru eğildim, gözlerimi gözlerine diktim. Yabancı yabancı baktı bana. Sağlıklıydı. Topuz gibiydi. "Mutlu olmasını dilerim!"
Turgut Uyar'la Tomris Uyar votka içeceklerdi.
Naci Çelik abartılı bir saygıyla selâmladı hepimizi ve üç metre ötedeki bir iskemleye ilişti, yüzünü masamıza çevirdi, az sonra Selim İleri de gelecekti.
Edip Cansever, Naci Çelik'i süzdü tepeden tırnağa olumsuz bakışlarla, külünü silkti işaret parmağıyla sigaranın beline dokunarak ve gökgürültüsü gibi kükredi. "Kimsin ulan sen?"
Naci Çelik apışıp kaldı, sarardı, soldu, benden, Turgut'tan, Tomris'ten, Talât'tan yardım istercesine kıvrandı.
"Kimin ajanısın ulan sen? Şiiri ne zaman öğrendin de boyundan büyük lâflar ediyorsun." dedi Edip Cansever.
Naci Çelik, sözlerin kendisini fazla etkilememesini, yaralamamasını sağlamak amacıyla bir tenhalığın uzak bir köşesine çekilmiş gibi hiç yanıtlamadan dinledi Edip Cansever'i bir saat kadar, sonra kalktığını hissettirmek istemiyormuş gibi kalktı usulca, kayboldu ortalıktan. Ne olursa olsun gözlerimizin önünde azarlamamalıydı çocuğu, o daha çok gençti... çabuk kırılırdı; söyleyeceği bir şey varsa biz yokken ya da bir yana çeker konuşurdu. Bana çatacak, öfkesini benden alacak korkusuyla zihnimin dışına taşırmadım bunları.
Bardakları tokuşturduk.
Edip Cansever'in Naci Çelik'e duyduğu kızgınlık azalmıştı. Gülümsüyordu. Tomris Uyar ve Turgut Uyar'la birlikte geçirdikleri ve o geceyi unutulmaz kılan birtakım sivri ve yayvan olaylardan söz ediyorlardı. Birden bana baktı, "Biliyor musun Turgut, Muzaffer senin şiirlerini beğenmiyor " dedi. Kıpkırmızı oldum, kulaklarım yandı tutuştu. Çıldırmış mıydı bu? Yoksa bizler tartışırken, sürtüşürken doğacak gergin ortamdan sıkıntılarını giderecek bir zevk mi alacaktı? Bizlerin acıları, onun ağzının tadını çoğaltan ballar mı üretecekti? Bu soruların karşılığı olumluysa Edip Cansever bir depresyon geçiriyor demekti ve tedavisi şarttı.
Turgut Uyar bu 'emrivaki' karşısında biraz sarsıldı ama hemen toparlandı, efendice gülümsedi. "Olabilir, beğenmeyebilir."
"Edip, ne oluyor? Niye suyu bulandırıyorsun?" dedim sertçe.
'Yalan mı? Beğeniyor musun?" dedi Edip Cansever.
"O benim bileceğim iş... beğenirim beğenmem, ama bu düşünce bana aittir ve gerektiğinde ancak ben açıklarım." dedim.
"Kimse kimsenin şiirini, hikâyesini sevmek zorunda değildir." dedi Turgut Uyar yumuşak bir sesle.
"Doğaldır bu" dedim. "Turgut'un şiirini asıl beğenmeyen, asıl sevmeyen ama beğeniyormuş gibi, seviyormuş gibi davranan sensin!"
Bozulma sırası Edip Cansever'deydi. "Hayır, ben Turgut'u severim".
"En azından yüz kere Turgut Uyar beni taklit ediyor, birçok şiirinde benden etkiler vardır diyen sen değil misin?" dedim.
Şaşırdı Edip Cansever, rakı bardağını ağzına götürürken eli titredi. "Sen yanlış anlamışsın, ben öyle bir şey demedim."
"Kıvırma!" dedim. "Senin gibi bir sanatçıya ikiyüzlü davranmak yakışmıyor. Mademki konu açıldı, herkes eteğindeki taşlan döksün."
"Turgut önemli şairdir." dedi Edip Cansever bir robot sesiyle.
"Başka şeyler konuşsak." dedi Tomris Uyar.
"Şurda iki dirhem rakı içeceğiz onu da burnumuzdan getiriyorsun. Bir daha seninle oturmayacağım; rahatsızsın sen!" dedim.
"Doğru, herkesi kızdırır." dedi Edip Cansever.
"Doğru, yalan söyleyeni kızdırmalı." dedim.
"Ben Turgut'un şiiri kötüdür demedim." dedi Edip Cansever boşluğa bakarak.
"Belki 'kötüdür' demedin ama 'beni taklit ediyor, benim etkim altındadır' dedin. İnkâr etme!" dedim.
"Marul çok taze!" dedi Turgut Uyar. Utandım böyle, kişiliği zedelemeye yönelik bir tartışmanın içinde bulunduğum için.
Bir süre konuşmadık. Ben, Turgut Uyar'la Tomris Uyar'ın yüzlerine bakarak başımı salladım Edip Cansever'i suçlarcasına.
Turgut Uyar, 'aldırma' dercesine gülümsedi. Tomris Uyar, "Sizin orası şimdi çok güzeldir." dedi.
"Hem de nasıl! Hanımelleri, yediveren gülleri açtı, erikler meyve tuttu. Gelsenize bir gün, masayı asmanın altına kurarız." dedim.
"Nar ağacınız da var mı?" dedi Turgut Uyar. "Var." dedim. "Ben her sabah ve akşam Havva'yı çenetten kovduran yılanı o ağaca sarılmış görüyorum." "Gündüzden geliriz." dedi Tomris Uyar. "İyi olur, o gece de bizde kalırsınız." dedim. "Biz birkaç kere gittik." dedi Edip Cansever. "Bunun bir oğlu var, saçları kıvır kıvır, Cezayirli'ye benziyor... Tahir Alangu, Hüsamettin Bozok, Orhan Kemal, Fahir Aksoy da birlikteydi bizimle."
Votkalarını bitirince Tomris Uyar'la Turgut Uyar kalktılar, geldikleri gibi sessizce gittiler... Tomris Uyar, çocuk arabasını sürüyordu genç bir annenin onuruyla, mutluluğuyla.
"Berbat ettin bir çuval inciri." dedim, "Dört nala koşan bir ata köstek taktın, devirdin." Kaşlarımı çattım, yüzümü astım.
"Somurtma!" dedi Edip Cansever.
"Neşelenecek hal mi bıraktın?" dedim. "Hem Turgut'u, hem beni üzdün."
"Ben üzmek istemedim ki..." dedi Edip Cansever.
"Peki niye söyledin?" dedim.
"Hiiç, öyle... O düşünce beni tedirgin etti, edince de attım dışarıya, bir gizliliği açıklığa kavuşturdum." dedi Edip Cansever.
"Benim gerçeğim bu. Sen niye kendi gerçeğine maske taktın da beni cepheye sürdün? Yoksa bu durumun aracılığıyla Turgut'taki güç odaklarını parçalamak, onu çökertmek mi istedin?" dedim.
"Ukalâlık yapma! Neler söylüyorsun? Benim öyle bir amacım yok." dedi Edip Cansever.
"Var," dedim. "Sen Cemal Süreya'yı da, Turgut Uyar'ı da indine rakip olarak gördüğün için kıskanıyorsun, onları ekarte edip yalnız kalmak, tek olmak istiyorsun. Hepsinin üstünde olmak istiyorsun."
"Ben zaten tekim." dedi Edip Cansever.
"Sen de Orhan Kemal gibi insanları kapıştırmaktan, birbirine düşürmekten hoşlanıyorsun, bayılıyorsun." dedim.
"Ne zaman geliyor o?" dedi Edip Cansever.
"Bilmiyorum." dedim soğuk bir sesle.
"Temmuz'da." dedi Talât Kılıç.
"Gelsin de..." dedi Edip Cansever alaycı ve ilerde olacakları sezdiren bir sesle.
"Ben ikinizden de uzak duracağım bundan sonra." dedim. 'Tahrip ediyorsunuz beni."
"Korkuyorsun değil mi?" dedi Edip Cansever.
"Korkuyorum." dedim. "Senden de, ondan da... İkiniz de sadistsiniz, en yakınlarınızın acılar içinde kıvranmasından zevk alıyorsunuz ve onların kıvranmaları için de ellerinizden gelen her şeyi yapıyorsunuz."
"Sen zevk almıyor musun?" dedi Edip Cansever.
"Almıyorum elbet. Şimdiye kadar sana, Orhan Kemal'e, Talat'a acı çektirdim mi?" dedim.
"Yeğenim bir denedir, melek gibi bir yüreği vardır." dedi Talât Kılıç.
"Durup dururken Turgut'u bana düşman ettin." dedim.
"Hadi içelim!" dedi Edip Cansever. Hem insani anlamların hem de saldırganlık parıltılarının yoğunlaştığı gözlerini üzerimizde dolaştırdı.
"Lâfı çevirme!" dedim.
"Bak, bak, bak Atillâ Tokatlı nasıl da gülüyor." dedi Cansever.
Biz ikinci Altınbaş'ı ısmarlamıştık.
Rakı, beynimdeki altın madenlerinin saklandığı damarları bir kuyumcu titizliğiyle işliyor, yaratıcılığımın her anını zenginleştiriyordu. Ayrıca ruhumdaki sertlikleri yumuşatmıştı ama Edip Cansever'in Naci Çelik'e, Turgut Uyar'a, bana yaptıkları aklıma gelince iğneli fıçılara yuvarlanıyor, kanımın bin bir delikten akışını seyrediyordum ve hemen kaçmak istiyordum her şeyi, dostluğumu, arkadaşlığımı, anılarımı bir yana iterek... 1968 yılındaki o büyük 'kavga'dan bu yana ikinci kez kırıyordu Edip Cansever beni ve ona beslediğim sevgiyi azaltıyordu. Önleyemediği bir takım duyguların, yönlendiren bir takım olumsuzlukların ve tepkilerin tutsağı mıydı? Cansever'le arkadaş olmak demek Himalâyalara tırmanmak, burdan Amerika'ya yüzmeyi göze almak, timsahlarla dolu bir göle düşmek demekti. Bardağını bardağıma dokundurdu. "Dargın mısın hâlâ?"
"Evet, dargın değilim dememi bekliyorsun ama dargınım." dedim.
"Ben değilim." dedi Edip Cansever.
"Sen nasıl dargın olabilirsin ki? Sen zafer kazanmış bir kumandansın." dedim.
"Ben büyük bir şairim." dedi Edip Cansever.
"Şiirlerin büyük ama senin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, kusura bakma!" dedim.
"Ben hep doğruyu söylerim, doğrunun egemen olmasını isterim." dedi Edip Cansever.
"Doğruyu söylerken yanlış yapıyorsun ama." dedim. "Turgut hakkında düşündüklerimi belki de hiç açıklamayacaktım, dostluğumuz sürüp gidecekti. Hem beni hem onu zor durumda bıraktın. Nasıl yüzüne bakacağım Turgut'un?"
"Bakmaktan utandığına göre suçlusun." dedi Edip Cansever. "İkiyüzlülükler ortadan kalkmayınca acılar ölmeyecektir..."
"Ama sen benden daha hırpalayıcı olanı söylediğin halde yüzüne bakacaksın Turgut'un, görüşeceksin, içki içeceksin." dedim. "İkili oynuyorsun. Onu aydınlatırken beni karartıyorsun."
"Ben direkt bir adamım." dedi Edip Cansever. "Şiirlerim de insan dünyasının içine eğilir ve o uçsuz bucaksız dünyadaki hareketleri, anlamların yuvalandığı noktalara sürer."
"Biraz da kendi içine eğil, kedini gör!" dedim.
Gülümsedi, tatlılaştırdı sesini. " Yeter Muzaffercim, yeter, eleştirme artık!" Ve sigara dumanını üfledi yüzüme.
"Eleştirecek bir şey bulamayacağım güne kadar eleştireceğim seni." dedim.
Dalgınlaştı, gözlerini yumdu Edip Cansever ve mırıldandı. "Ve içimde gezerim ucu sivri bir bıçakla/Düşer ellerim bir çağın artıklarına/Çatalımda kemikler, ölü gözleri ve iniltiler, çığlıklar..."
"İşte bu şiirin güzelliğini, tutarlılığını görmek istiyorum sende, senin davranışlarında..." dedim.
"Büyük bir şairim ben!" dedi Edip Cansever, bardağını ağzına yaklaştırdı. "Ben şiirimde bir miti işliyorum, ayrıca şiirimde kolay anlaşılmayan, derinliği sezilen ama derinliğine inilmeyen bir giz olsun istiyorum."
"İstediğini gerçekleştiriyorsun zaten." dedim.
"Ben büyüğüm değil mi?" dedi Edip Cansever.
"Cemal, sen, ikiniz..." dedim.
"Turgut'u saymıyorsun." dedi Edip Cansever.
"Onu sen sayarsın bundan böyle." dedim.
"Hah şöyle, yumuşa biraz." dedi Cansever.
"Ben sert değilim ama zorunluluklar... yalnız kırdığın Pot yenir, yutulur cinsten değil." dedim.
"Rakılarınızı bitirin de kalkalım burdan. Sıkıldım." dedi Edip Cansever. "Sizi hiç bilmediğiniz bir yere götürecem."
"Gece Kulübü mü?" dedim.
"Evet. Lüks bir yer... sakın hır çıkarmayın!" dedi Cansever.
Sesimi yükselttim. "Ne zaman çıkardık ki... Her yerde hır çıkaran, onu bunu yaralayan., arkasında kalpleri kırılmışlar, onurlan zedelenmişler ordusu bırakan sensin..."
"Bu akşam çok coşkulusun." dedi Edip Cansever.
Ve caddenin öte yanına geçtik hafifçe sallanarak. Talimhane tarafında dışı da içi de göz boyayan süslerle kaplı, loş, kasvetli, yalnızlık ve intihar kokan bir salona girdik. Yarımay biçimindeki tezgâhın çevresinde sıralandık uzun bacaklı taburelere tüneyerek. Solumuzda, ilerimizde dört genç, özgür, serbest yaşamakta mutluluk arayan kadın, bacak bacak üstüne atmışlardı ve dolgun bacakları dibe doğru kalınlaşıyor, gizemli bir çekicilik yaratıyordu ve kilotlarından el kadar yerler görünüyordu. O kilotların arkalarını hayal ettim ama hayilimi renklendiren resimleri sevmedim, iğrenç buldum. Pasaklıydılar. Ya sevgililerini ya da birkaç kadeh bir şey ısmarladıktan sonra yataklarına sürükleyecek hovardaları bekliyorlardı...