30 Ocak 2025 Perşembe

Özdemir Asaf Kapatması

Özdemir Asaf Kapatması 
Ergun Tavlan


     Özdemir Asaf’ın “tek başına gidişi” sadece İstanbul’daki sanatçı meyhanelerinden izlenebildi. Yaşadığı dönemde şiirinin üstü örtüldü; örtünün bir ucunu eleştirmenler, diğer ucunu “masa arkadaşları” tuttu.

     Galiba, bir ucundan da kendi tuttu: "us"un baskısı karşısında gözden çıkardığı ve şiirinde "düş" diye adlandırdığı yanılsamanın mezarı başında, “elinde bir duyu çiçeğiyle” bekledi. Şiiri, kendine bir yol açamadı. Kütleyle bağ kuramadı. Türkiye, bu şiiri izle(ye)medi.
     Öldükten sonra ünlendi. Ünü, çevirilere telif ödeme geleneği olmayan Türk yayınevlerinin "felsefeyi avama indirdiklerini" iddia ettikleri aforizma yayıncılığı yıllarına, düşüncenin aforizma söylemine indirgendiği, aforizmanın tuvalet duvarlarındaki metinlerle özdeşleştiği, "tuvalet duvarı edebiyatı"nın büyük bir okuyucu pazarı bulduğu bir döneme denk geldi. Bir rastlantı saymamak gerekiyor; o dönem yayıncılığının su başlarını tutanlar, kendi mantalitelerine çok yakın duran ve:

Kesin söyleyemeyeceğini sezen ‘uzun’a
Belirli söyleyemeyeceğini kestiren ‘çok’a uzanır

diyen Asaf’ı yeniden keşfettiler. Aforizma yayıncılığının Batıdan telif ücreti ödemeksizin çevirebileceği çok sayıda "avam diliyle yazılmış metinler üreten" felsefecisi, sosyoloğu, psikoloğu, psikanalisti, ekonomisti ve hattâ tarihçisi vardı; ama şairi yoktu. Bulmakta gecikmediler. Batıda bulamadılar; yaklaşık yarım yüzyil önce Servetifünun dergisinde toprağa kök düşüren bir ‘yerli’ çınar buldular.

     Bu keşifle, Özdemir Asaf’ın üzerindeki örtünün bir ucu açıldı. Örtü, “okur” ucundan açıldı: Kitaplarının baskı sayısı, şiir kitapları için ‘imkânsız’ sayılan sınırları zorladı. Masalarının üzerinde sürekli olarak “Laz Fıkraları” ve “Özdeyişler” türünden kitapçıklar bulunduran basınımızın popüler köşe yazarları, gelişmeler karşısında birer de Özdemir Asaf kitabı edindiler. Hasan Pulur, artık düşüncelerine dayanak olarak Temel, Dursun, Blaise Pascal ya da Ebenezer Elliott yerine Özdemir Asaf’tan alıntılar yapmaya başladı. Asaf’ın şiiri, 80’ler Türkiyesi'nde büyüyen aforizma dalgası sonrası, kendine böyle bir yol açabildi.
     Bu yol, henüz, Türk şiirinin hiç bir kavşağına ulaşmıyor. Şairler ve eleştirmenler, bu şiiri hâlâ dışlıyor.

     Necatigil’in İsimler Sözlüğü'nün bir özelliği var: Sanatçıların yaşamöykülerinin ve yapıtlarının kronolojik sıralamasının yanısıra, haklarında yazılanların da dergi yazısı ve kitap olarak bir dökümü veriliyor. Özdemir Asaf maddesinin bu son bölümü boş. Asaf, yazılmadı. Edebiyat tarihçileri ve eleştirmenler, Asaf’a ve şiirine uzak durdu; durmayı sürdürüyor.

     Uzak durmak, yok saymak anlamına gelmiyor: antolojilere alındı. Memet Fuat’ın antolojisine girebildi; Memet Fuat’ın bu antolojinin başında yer alan ve Türk şiiri üzerine yaptığı bir genel değerlendirmeyi içeren yazısında 9 satıra sığdı.
     İlgisizlik, salt edebiyat tarihçilerinden ve eleştirmenlerden gelmiyor. Çevresindeki “yazı adamları", yazar ve şair dostları da suskun. Haldun Taner, Mehmed Kemal, Mengü Ertel, Seçkin Cılızoğlu ve diğerleri, onun nasıl konuştuğunu, nasıl yürüdüğünü, nasıl giyindiğini, nasıl içtiğini anlattılar; şiirini pas geçtiler. Yazdıkları, söyledikleri, söz konusu aforizma yayıncılığı döneminde yaratılan Özdemir Asaf 'mit'ini besleyen ögeler, süsler olarak kaldı.

     Cemal Süreya, başına sayılar koyduğu "gün" yazılarından birinde, bu şiir üzerine kısa kesikler attı. Yıllardır Asaf’ın mistisizmle yola çıktığı dönemde yazdığı bir şiirde geçen "Bağırdım kan gibi aktı sesim" dizesiyle dolanıp duran Süreya, "Bence özgün olamadı; ayrık’lığın tatlarını yaşadı" diyordu onun için. Daha sonra, Asaf’ın yarım yüzyıllık şiir serüveninin sonunda geldiği "dışa dönüklük" olgusuna değiniyor ve bunu "utangaç bir adamın birdenbire çadır tiyatrosunda en güldürücü rolleri üstlenme çabası" olarak değerlendiriyordu. Aslında, Süreya, aforizma yayıncılığının dayattığı gündemi aşıyor ve Asaf’ın:

Konuşmak susmanın kokusudur.
Ya sus-git, ya konuş-gel, ortalarda kalma.
Yalan korkaklığın tortusudur.
Dürüst kaba ol, eğreti saygılı olma.


ya da:

Bir şey varsa,
Bir şey vardır.
Bir şey yoksa,
Bir şey vardır.

Çok şey varsa,
Bir şey yoktur.
Çok şey yoksa,
Bir şey vardır.

türünden "dili hallaç pamuğu gibi atan, düşünceyi mıknatıs gibi tutan", Konfiçyus, İbni Haldun, Buda, Nietzsche, Tagore vd. düşünürlerin açık etkileriyle dizeleşen "us” yanını itiyor ve şairin hep ikinci plânda bırakılan "düş" yanını öne çıkarıyordu; buna ilişkin bir tartışmanın kapılarını açıyordu. İnsanı, insan ilişkilerini (kendi diliyle: ‘sevi’yi) ‘sen’ ve ‘ben’ birimlerine ayırarak, simgelerle anlatmayı deneyen Asaf, gerçekten de, güldürücü rolleri üstlenme çabasındaki adam mıydı? Süreya’nın araladığı kapıdan kimseler geçmedi.

     Asaf, bana göre, "utangaç bir adam" olmaktan daha çok “inatçı bir adam”dır. Onun ilk üç kitabının yayımlanmasından sonra, Türkiye’de şiirin politize olduğu görülür. Yüzlerce şair ortaklaşa bir şiir yazdılar: Tek bir şiir. Asaf, bu imeceye katılmadı. Katılanlar 80’lerde günah çıkardılar, kendi seslerine döndüler. Asaf’ın “içeriği”, ne politize olan şiir döneminde, ne de ondan önce ve sonra değişmedi: bir şair için bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ancak, biçimsel açıdan bakınca, tersi görülüyor. Mustafa Öneş, “Yeni Türk yazınında, genellikle aynı içeriğin yörüngesinde kalıp Özdemir Asaf denli biçimsel sapmalar göstermiş bir başka şaire daha rastlamıyoruz," diyor. Süreya, Asaf’ın bu sürekli zikzaklar nedeniyle ‘özgün’ olamadığını düşünüyor. Bu, özgünlüğü biçime endekslemek anlamına da geliyor. Süreya’nin açmazı salt burada değil; daha sonra, Asaf’ın "en güldürücü rolleri üstlenme çabası" çizgisinde rahatlamasını bildiğini de söylüyor. Bu durumda, Asaf, bir çizgide rahatlamasını bilen ve fakat özgün olamayan bir şair oluyor.

     Süreya, önyargılarını çevresinden alıyor. Süreya ve çevresindekiler, kahvehanelerde buluşuyorlar; burada, "gönül ne kahve arar, ne kahvehane; gönül bir dost arar, kahve bahane" mekânlarda, en çok dedikodu üretiliyor ve işkence için masalara şairler yatırılıyor, sandalyelerde şairler asılıyor. Süreya, söz konusu yazısının yayınlanmasından sonra, kahvehanedeki "arkadaşlarına” Asaf şiiri için ne düşündüklerini soruyor. Edip Cansever, Süreya’nın bütün söylediklerini olumluyor, kafasını sallıyor. Arif Damar, bu şiiri hiç ciddiye almadığını söylüyor. Devlet dersinde öldürülen çocukların şairi Ece Ayhan, Türkiye’nin Asaf’ın sırtında bol duracağını düsündüğünden olacak, "Bebek’in en büyük şairiydi!" diyor. Türkiye’nin birbirinden çok farklı çizgilerde yürüyen bu üç şairi, Asaf’ı asmak konusunda birleşiyorlar. Süreya da, yazı yazmak için masasının başına oturduğunda, çok daha önceden bildiği bu "birleşikliği" zorlayacak şeyler yazamıyor; yiğidi öldürüyor, amma hakkını da vermeyi gerekli görüyor: Asaf’ı bir çizgide rahatlatıyor ve fakat özgün olamadığını yazıyor.

     Süreya’nın aynı yazısında, bir "Özdemir Asaf okuru" profili var:

     "Kimsenin okuru, Özdemir’inki kadar türdeş değildir, diyorum. Bütün okurları birbirine benzer; şiir sevmezler, yalnız onun şiirinden tat alırlar; sofra beğenisini görselleştirmişlerdir; kış turizminin bağnaz müşterileridirler."

     Bunlar, Asaf’ın şiir kitaplarının büyük baskılara ulaştığı, geniş okuyucu kitleleriyle bulustuğu bir zamanda yazılıyor. Şiirin bir ortak algı, kamu duyusu taşımadığına inanan, çok sayıda okuyucu bulmayı bir tür ‘başarısızlık’ olarak gören mazoşist - entellektüel kibirliğin dışa vurumu oluyor. Hiç bir nesnel değeri yok. Aynı sözler (suçlamalar!), çok okunan diğer şairlere de yöneltilebilir: Nazım Hikmet’e, Orhan Veli’ye, hattâ Cemal Süreya’nın kendisine…

     "Bebek’in en büyük şairi!" nitelemesi, bir şairi çok az sayıda okurun bulunduğu bir alana kapatmak anlamına geliyor. Bunun tartışması ayrı bir konu; çelişki noktası, kibirin birdenbire unutuluvermesiyle ortaya çıkıyor: Az okunmak, genelde bir 'başarı' sayılırken, Özdemir Asaf özelinde aşağılama için bir neden ya da göstergeye dönüşüyor. Türk şiirinin ustaları, bir kahvehanede Asaf şiirini işkenceye yatırırken göstergeleri alaşağı ediyorlar: Asaf, çok okunduğu bir dönemde, az sayıda okuru olanlarla aynı alana kapatılıyor ve aşağılanıyor.

     Öte yandan, çok okunduğu için aşağılanıyor ve yine kapatılıyor. Ancak, bu kez kapatıldığı alan, bütün bir ülke sathı oluyor.

     Amaç kapatmak olunca, alanın hacmi önemsizleşiyor.
     Amaç kapatmak (aynı anlama gelmek üzere: yok etmek) olunca, sadece kapatmak önemli oluyor: kimsesizlikte ya da kalabalıkta kapalı kalmanın bir ayrımı olmadığı düşünülüyor. Kapatınca, kapatılanın yok olacağı sanılıyor.

     Asaf, kapatıldığı alanda yok olmaya karşı direniyor. Tek umut, okurların ondan el-etek çekmesi! Çekerlerse, Asaf unutulacak. Unutulursa, edebiyat tarihçileri ve eleştirmenlerce ileride mutlaka (yine/yeniden) keşfedilecek. Birinci keşifte olduğu gibi, yayıncı ya da okur tarafından keşfedilmenin bir önemi yok; erbabının yaptığı keşifle önemi de anlaşılacak. Şiirleri hiçbir alana kapatılmayan isimsizlerin, Ziya Osmanların, Muzaffer Tayyiplerin ve Rüştü Onurların katına erişecek.

İste o zaman, gökten üç elma düşecek. Biri…..

(İmece Dergisi, 23 Ağustos 2001)
Tüm ifade

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Gazete ve Dergilerde / Emin Özdemir (Mayıs 1976)

"Gazete ve Dergilerde" Emin Özdemir, Varlık, Sayı: 824, Mayıs 1976