18 Temmuz 2025 Cuma

Hasan Bülent Kahraman - 20/50/100 yıl Sonra Attila İlhan’ı düşünmek...

T24
12 Temmuz 2025

 Hasan Bülent Kahraman

20/50/100 yıl sonra Attila İlhan’ı düşünmek...

Attila İlhan işlevini başından sonuna kadar bir eylemci olarak gördü. Çok büyük ve çok önemli bir şairdi ama şiir yazmayı zaman içinde git gide daha az önemsedi ve kolay bir iş saydı. Kişisel olarak düşünce adamlığını daima daha önde tuttu ve bir tarihten sonra, 1960’tır o yıl, romanlarını da şiirlerini de düşüncesinin içine yerleştirdi, düşüncesini de bir ‘eylemcilik’le çerçeveledi. Eyleme dönüşmeyen düşünceye daima uzak durdu

20/50/100 yıl sonra Attila İlhan’ı düşünmek...

İnanması belki zor ama Attila İlhan, 2005 yılında 80 yaşında vefat etmeyip yaşasaydı, 15 Haziran 2025’te yüz yaşına girecekti. Demek ki, ben kendisini tanıdığımda, Ankara’da Bilgi Yayınevi’nde, 1975 yılı aralık ayının çok karlı son günlerinde ilk kez ziyaretine gittiğimde 50 yaşındaymış. Sonra 2005’e kadar, son on yılı çok sınırlı olmak üzere tam 30 yıl birbirimizi gördük.

Ben 1990’ların sonunda İstanbul’a taşındığımda o 1995 yılında entelektüelliğinin Cumhuriyet gazetesinde yaşadığı son dönemine girmişti. Yeni bir karar vermiş, ‘Ülkücü-Devrimci buluşmasını’ sağlamaya, Gazi’yi, Kemal Paşa’yı bir ideolog olarak büsbütün öne çıkarmaya, ‘Avrasya’da Dolaşan Hayalet’ diye nitelendirdiği Sultan Galiyef’i ‘Müslüman sosyalizminin’ kurucu kimliği olarak toplumsallaştırmaya ‘soyunmuştu’.

Hayatında zaman zaman bu türden yeni kararlar verir, eski çevresinden uzaklaşıp içine kapanır ve yeni düşüncesinin etrafındaki isimlerle ilişkisini sürdürürdü. Son Paris yolculuğunda da benzeri bir tutum içine girdiğini, Selim İleri’yle yaptığı nehir söyleşide anlatıyordu.

Doğal karşılamak gerekir. Attila İlhan bütün yaşamı boyunca etrafında düşüncesini benimseyen insanlarla birlikte olmuştu. Belli bir anlayışla karşı görüş öne sürenleri de dinlerdi ama 1995 yılında 70 yaşındaydı ve sabrı, tahammülü git gide azalıyordu. Artık kendisiyle tartışacak insanlardan, kendisine eleştiriyle yaklaşacak düşüncelerden uzak kalıp, ‘misyonunu’ yerine getirmekle zaman geçirmek istiyordu. Ona sorular sorulacak, o da anlatacaktı. Dinlemeyi pek de o kadar seven birisi değildi. Nurullah Ataç, benzeri bir davranışın Yahya Kemal’de de görüldüğünü söyler. Büyük üstat da kendisine bir şeyler anlatmaya kalkanları yüzünde garip bir ifadeyle yere bakarak dinler, bir süre sonra da ‘peki’ diyerek kalkarmış meclisten.

Attila İlhan’a haksızlık etmeyelim, o çok daha hoşgörülüydü. Bir kere ‘açık salon’ yapardı, isteyen gelip masasına oturup onunla görüşebilirdi. Yani insan seçmezdi, önceden. Halbuki Yahya Kemal Bey meclisinde kimlerin olacağını inceden inceye düşünürmüş. Hayatımda onun bir tek Niyazi Berkes’i çok dikkatle, kendisine sorular sorarak dinlediğini gördüm. Zaten düşüncesinin önemli kaynaklarından biridir, Berkes.

Evet, son dönemine girerken, provokatif yazarlığının tamamen bilincinde olduğundan, eski dostlarından uzaklaşsa bile yeni bir grup insanın çevresinde toplanacağını biliyordu. Üstelik bu düşünceyle son yıllarında uzun süre devam ettiği kahveyi de değiştirmiş, Divan’dan The Marmara’ya taşınmıştı.

* * *

Ben de o eski çevredendim. Ayrıca neredeyse bütün yaşamım Amerika’da geçmeye başlamıştı. Kısacası son on yılında istediğim kadar görüşemedim. Büyük zekasıyla son dönemindeki görüşlerini benimsemediğimi elbette biliyordu. Ama onu çığırlar açmış bir edebiyatçı, çeşitli dönemlerde çok önemli görüşler geliştirmiş bir entelektüel olarak kendisini ne ölçüde önemsediğimin de bir o kadar bilincindeydi. Nitekim, bir yolculuk dönüşümde yeni yayınlanan şiir kitabının arkasına hakkında yazdığım yazıdan bir bölümü alıntıladığını görmüştüm. Ölüm haberini Amerika’da aldığımda son otuz yıl bir çırpıda gözümün önünden geçmişti. Bugün de ölümünün üstünden geçen 20 yılı aynı hızla düşünüyorum.

Neticede 50 yıl önce tanıdığım, 20 yıl önce bu dünyadan ayrılmış bir şair/yazardan söz ediyorum. Bugün zaman zaman bazı ulusalcı kanallarda yayınlanan eski TRT programlarına rağmen Attila İlhan, bilinen, okunan bir yazar değil. Bir 'aşk şairi' olarak üç-beş mısraıyla anılıyor. Oysa onları çok aşan büyük bir şiirin sahibidir. Romanlarını ne okuyan var ne de anan. Basılmıyorlar da. Gazete yazılarını bir araya getirdiği kitapları da benzer bir kaderi paylaşıyor. Doğaldır. Yazarlar öldükten sonra otuz yıla kadar unutulur. Derken yeniden keşfedilir. İlhan için de bu kural geçerli olacaktır. Yalnız şunu belirteyim ki, binlerce, binlerce yazının oluşturduğu bir külliyattan söz ediyoruz. İkincisi, görüşlerine katılmadığınız yerde dahi son derecede yaratıcı, meselelere daima farklı bir açıdan bakan, genel geçer yargıların tamamını aşan, muazzam bir kültür birikiminden söz ediyoruz.

O yazılarda, bazen de kendisinin farkında olmadığı şekilde, Türkiye’deki hakim ideolojinin çok sert eleştirileri vardır. Örneğin hukuk reformu, laiklik de dahil olmak üzere ‘inkılaplar’ı benimsemez. Tartışılmış ama henüz yeterince berraklaşmamış bir husustan söz ediyorum. İnkılapları bürokrasinin eylemi ve bürokratikleşmiş süreçler olarak görüyor, Atatürk adını kesinlikle telaffuz etmiyor, ‘Gazi’ veya ‘Mustafa Kemal Paşa’ diyor, Atatürk’ü 1919-1925 arasındaki kimliği ve aksiyonuyla benimsiyor, onu anti-emperyalist ve Türkçü/Türkiyeci hatta Osmanlı-Müslüman sürekliliği içinde öneriyordu. Aynı şekilde Batı meselesine tepeden tırnağa karşıydı. Şiddetle karşıydı. Son zamanlarında ‘Batının teknolojisini alıp kültürünü dışarıda bırakmak’ şeklindeki klasik Ziya Gökalp tezine dahi muhalefet ediyordu.

 Fakat ısrarla dile getirdiği Mustafa Kemal Paşa ‘imajı’ o eleştirileri örtmüştür. Gece gündüz Mustafa Kemal Paşa diyen birisine ‘muhalefet’ düşüncesiyle yaklaşmak olanaksızdır. Oysa İlhan ‘yeni’ bir Mustafa Kemal ‘gerçeği’ ve ‘ideolojisi’ oluşturmak istiyordu. Bu tutumu İlhan’ın genel metodolojik yaklaşımıdır. Solu eleştirmiş ama solda kalmış, hakim ideolojiyi eleştirmiş ama o ideolojiyi İnönücülük olarak sunmuştur. Son dönemi ise kendisi açısından bile şaşırtıcıdır. Türkiye’nin parçalandığını, Siyonist/emperyalist bir saldırıya maruz kaldığını varsayarak tamamen Türkçü/milliyetçi bir pozisyonda solun ve sağın birlikte hareket etmesi gerektiğine inanmış, bu maksatla ‘aksiyonerliğe’ başlamış, kentleri gezerek konferanslar düzenlemiştir. Hepsine değineceğim.

* * *

Attila İlhan hakkında çok şey yazdım. Şimdi o yazıları bir kitapta toplamaya çalışıyorum. Düşününce pek o kadar yazmamış olduğumu ayrımsıyorsam da bazı romanları, bazı deneme kitapları, şiirleri ve kendisi hakkında kaleme aldığım yazılarla epey bir birikim var ortada.

Buna karşılık Attila İlhan’a verdiğim önem ve değer yazdıklarımdan daha fazladır. O önemi ve değeri genel olarak edebiyatı irdelediğim tüm yazı ve kitaplarımda dile getirdim. Üç Attila İlhan görmek mümkün: şair, romancı, düşünür. İlginç olanı bu üç kimliğin birbirini hiç dışlamaması, aksine sürekli olarak kesişmesidir.

Attila İlhan ne yapalım ki, bu üç alanda da çok yüzeysel olarak tanınmıştır. Anlayabiliyorum, Türkiye’deki okur meselelere derinlemesine bakamaz. Belki tüm dünyada biraz böyledir. Asıl mesele konuyu ayrıntısıyla ele alması gereken çevrelerin İlhan’ı yeterince tartışmamasıdır. Bu yetersizlik hatta çaresizlik şimdi onun için düzenlenen ‘sempozyumlarda’ (!) ve diğer toplantılarda görülüyor. Hiçbir akademik derinliği olmayan, hatta hakkında basit bir iki şey dışında hiçbir çalışması bulunmayan, entelektüel düzeyi çok sınırlı üniversitedeki bazı isimlerin adeta ‘kadrolu’ Attila İlhan uzmanı’ gibi toplantıdan toplantıya gitmesi en somut kanıttır. Öte yanda sürekli olarak ‘Büyük Yolların Haydudu’, ‘Şubat Yolcusu’, ‘Mavi Adam’, ‘Yalnız Şövalye’ gibi adlarla (işin kötüsü, bu başlıkların tamamı İlhan’ın kendi sözleridir, o derecede yaratıcılıktan uzak bir yaklaşımdan söz ediyoruz) ‘mitolojik’ hale getirilen ve hep aynı imajı büyüten, hala 1950’lerin egzotizmine ve serüvenciliğine dayanan bir Attila İlhan fikri var.

Attila İlhan, daha önce hakkında yazdığım tüm yazılarda belirttiğim üzere, bugün okunan bir edebiyatçı değil. Toplum nezdinde, popüler kültüre mal olmuş birkaç mısraıyla zikredilen/anılan bir şair sadece. Edebiyat çevrelerinde bile sadece şair olarak düşünülür ve önemsenir ama üstünde durulmaz. Romanlarını okuyan tek bir kişi yok. Zaten basılmıyorlar. Hatta şiir kitapları da bulunmuyor. Adına kurulmuş Vakıf çok önemli olmakla birlikte sadece senede bir kez anılmasını sağlayacak işler yapıyor. İlhan, bugün belli çevrelerde, eline rakı bardağı verilmiş Atatürk resimleri üretecek kertede müptezelleşmiş bir beyaz Türk-popüler kültür yaklaşımı içinde, şapkasıyla birlikte, ‘ulusalcı’ ve çok şiddetle karşı çıktığı ‘Atatürkçü’ bir kimlik olarak, nostalji ve hayıflanma çığlıklarıyla anımsanıyor. Kendisi olsaydı herhalde öfkeyle isyan ederdi bu hale.

* * *

Oysa birkaç Attila İlhan var. Ben de bu yazıda onlara ama öncelikle de kamuoyunda bugün ‘bilinene’ bakmak istiyorum. ‘Bilinen’ tanımıyla söylemek istediğim şudur: Attila İlhan edebiyatçılığı söz konusu olduğunda fikir adamlığı kimliğini kullandı ve çok başarılı oldu. O niteliğiyle Türk şiirinin iki büyük akımını, köy edebiyatını, roman konusundaki genel geçer yargıları alt üst etti ve düşüncesini benimsetti.[1] Fikir adamlığında da edebiyatçı kimliğinden çok yararlandı. Görüşlerini çok parlak bir anlatımla sergiledi ve özellikle Atatürk konusunda ulusalcı bir bilincin gelişmesine katkıda bulundu. Atatürk’le ilgili olmasa bile şöyle bir cümleyi Türkiye’de ne bir edebiyatçı ne de bir fikir adamı yazdı: ‘‘Sarı’ Mustafa bir zaman dalıp, piposunun dumanını seyrettikten sonra; bana mı, yoksa kendi kendisine mi sorduğunu asla öğrenemeyeceğim o soruyu, ikimizin arasına çırpınan bir balık gibi bırakmıştı.’ Bu anlatımın etkileyici olmadığı nasıl öne sürülebilir?

Ama edebiyat dünyası onu fikir insanı, fikir dünyası da edebiyatçı kabul etti. Yine de tarihsel bir bilgiye, bir çalışmaya/belgeye, kuramsal temelli bir çözümlemeye dayanmayan, meselelere yeni bakış açısı getirmeyen tek bir yazısı yoktur. İlhan, Atatürk’ü ‘alter-ego’ olarak benimsedi ve sinematografik yanı çok ağır basan bir kurmaca unsuru olarak temellendirdi. Bugün Attila İlhan dendiğinde öncelikle bu yanı anımsanıyor. Edebiyatçı İlhan maalesef bilinmiyor, herkesten önce kendisi o yanını unutturup bu dünyadan ayrıldığı ve düşünce adamı olarak anımsanmak istediği için ben de o yanını biraz daha öne alacağım.

* * *

Attila İlhan işlevini başından sonuna kadar bir eylemci olarak gördü. Çok büyük ve çok önemli bir şairdi ama şiir yazmayı zaman içinde git gide daha az önemsedi ve kolay bir iş saydı. Sürekli olarak ‘asıl edebiyat romandır der ve şairliğin ikinci bir iş olarak yapılabileceğini, ama romancılığın bir ‘meslek’ olduğunu savunurdu. Kişisel olarak düşünce adamlığını daima daha önde tuttu ve bir tarihten sonra, 1960’tır o yıl, romanlarını da şiirlerini de düşüncesinin içine yerleştirdi, düşüncesini de bir ‘eylemcilik’le çerçeveledi. Eyleme dönüşmeyen düşünceye daima uzak durdu. (Ezberlenmeyen şiiri yanlış şiir sayarken de bu ‘eylem’ gerçeğinden hareket ediyordu: şiir insanda yoğun bir duygu oluşturmalı, karşılık bulmalı eğer öyleyse o şiir ezberlenir, demek ki şiirin eylemi kendisini ezberletmektir mantığını güttü. Şiiri ezberlenmeyen şairlere ‘ölsünler daha iyi’ dedi.)  

 Muhtemelen henüz 16 yaşında karşılaştığı devlet şiddeti kendisinde derin izler bırakmıştı. O yaşında hapishaneye düşmüş bir çocuk, orada Sarı Mustafa gibi Türkiye'deki komünist hareketin KUTV neslinden bir isimle karşılaşmıştı. Nazım Hikmet'e zaten bir yakınlık duyuyordu ve yapısında o 'eylem' dünyasına açık bir yan vardı. Hapisten sonra, Hasan Ali Yücel'in imzasıyla Türkiye'nin hiçbir okulunda eğitim göremeyeceğine dair bir karar eline geçmişti. Yolun başındayken hayatı sönmüş bir insandı. Neyse ki, babası kararı Danıştay'da bozdurmuş o da İstanbul'da Işık lisesinde çok şahsiyetli bir müdürün katkısıyla öğrenim hayatına kaldığı yerden devam etmişti.

Liseyi 1946’da bitirdikten sonra o İstanbul yıllarındaki önceliği politikaydı. Sol politikanın içine girmişti. O dönemde iki olgu hayatını tayin eder. Birincisi, Esat Adil Müstecaplıoğlu'nun çıkardığı ve Türkiye Sosyalist Partisinin yayın organı olan (İlhan, ‘naşir-i efkarı’ der) Gerçek gazetesindeki hayatıdır. Daha o dönemde çeşitli sol dergilerde (Gün, Yığın, Yürüyüş) kendi çevresinde etkili olan şiirler yazıyordu. Nazım Hikmet damarından gelen çok güçlü bir şair olarak görülüyordu. Nazım Hikmet’e bana anlattığına göre ‘ustama mahsus selam eder, iki ellerinden öperim’ ithafıyla gönderdiği, kendi imkânlarıyla , kapağını ressam Fethi Karakaş’a yaptırdığı Duvar kitabına büyük şair de kayıtsız kalmamış, ‘Attila İlhan çok soylu şair...Aşk olsun delikanlıya’ cümlesini Va-Nu’lara yazdığı mektuplardan birine işlemişti. (İlhan, o cümleyi, o mektuplar yayınlandığında 1970 yılında öğrenmişti.)

Hayata parlak bir yıldızın altında geldiğinden, 1946'da CHP şiir yarışmasında ödül kazanması adını edebiyat çevrelerine taşımıştı. O yarışmada birinci olması için çalışan Nurullah Ataç'la sonradan çok çekişecekti ama o sert, hırçın eleştirmen bu genç şair hakkında o senelerde çok olumlu şeyler söylüyordu.[2] Oysa, İlhan’ın sonradan çok vurgulayacağı gibi, Ataç, CHP'yle iç içe bir kişi hatta onun kültür planındaki ideologlarındandı. İlhan ise tüm düşünce hayatını CHP karşıtlığı üstüne kurmaktaydı. Kazandığı ödül doğal çevresinde onu zor durumda bırakmıştı, çünkü açık bir çelişki vardı ortada. İlhan, sonradan bu ödülü kendisine kurulmuş bir 'komplo' olarak niteleyecekti.[3] Şiirlerini yarışmaya ondan habersiz dayısı göndermişti. O dönemde sol dünyayla edebiyat üstünden iletişim kuruyordu.

* * *

İkinci olgu Nazım Hikmet'i kurtarma faaliyeti içinde Paris'e gidişidir.[4] Hiç değilse meseleyi ömrünün sonuna kadar böyle anlattı. Esasen çok kısa süreli olan bu Paris yolculuğu (1949) onun edebiyatçılığını da serüvenciliğini de solculuğunu da besleyen bir eylemdir. O tarihten sonra etkisi git gide artan şiirler yazacak, 1950'de yeniden yine kısa bir süre için Paris'e gidecek ve dönecektir.[5] Dönerken kafasında bir ‘eylem’ şablonu getirecektir. Yeni bir edebiyat kurmayı düşünmektedir. Paris’teyken bir edebiyat/estetik kuramı oluşturmuştur. Edebiyatın, mutlaka 'sosyal realist' bir edebiyat olması gerektiğine inanır. Buradaki sosyal realizm, o tarihte cereyan eden sol karşıtı görüşler nedeniyle sosyalist denemediği için bulunmuş bir addır.[6] O dönemde Türk edebiyatında böyle bir çaba içinde olan tek bir yazar/şair yoktur. İlhan, daha yolun başındayken düşünce insanı kimliğini edebiyatçılığını da tayin edecek şekilde öne çıkarmıştır.

Sosyal realizm kavramını benimsemesine mukabil İlhan’ın daha o tarihlerde Jdanovcu bir edebiyat anlayışına çok önemli bir itirazı vardır, toplumcu gerçekçi edebiyatın, gerçekçiliği ölçüsünde ‘artistik’ olmasını savunur. O sanatsallığı edebiyata/şiire ‘imge’ sağlayacaktır. Zamanla geliştirdiği görüşlerine ‘imge kuramı’ adını verecektir. Kökeni olarak Rus devrimci Plekhanov’u gösterecektir.[7] Bir süre sonra Mavi dergisinde yazacağı yazılarla düşüncelerini yayma olanağına kavuşacaktır ve önünde iki yeni ufuk açılacaktır.

Birincisi, sosyal realist görüşleri öyle kapsamlı, ayrıntılı, kuramsal zemine oturmuş bir manifestasyon değildir. Ama yarattığı tepki o görüşlerin ve adının çevreye beklediğinden çok daha fazla saçılmasını ve tanınmasını sağlamıştır. Teoriye düşünceye her zaman çok ilgi duymuş, muhtemelen o alanları edebiyattan daha fazla önemseyen bu genç şair, çok etkileyici şiirlerinin ve 1953'te yayınladığı çok sarsıcı romanı Sokaktaki Adam'ın etkisiyle bir anda bir kuşağın 'önderi' olur. Baylan çevresi bu zarf içinde oluşur.

İkincisi, İlhan bu nitelikleriyle ve sosyal realizm görüşlerini temellendirirken kurduğu 'Mustafa Kemal' bağlamıyla düşünce hayatının ana zeminini hazırlar. Hayatının sonuna kadar da o zemini korur ve genişletebildiği kadar genişletir. 1950'lerden itibaren Attila İlhan, Mustafa Kemal'e kendisinin hiç düşünmediği ve zikretmediği ölçüde sol bir içerik kazandırmaya çalışır. Mustafa Kemal’i CHP’den, İnönü’den, Atatürkçülükten arındırır. Tek başına bir varlık ve eylem ve düşünce insanı olarak ele alır. Mustafa Kemal Paşanın söylediklerini sol bir açıdan yorumlar ve onları ancak bir solcunun söyleyebileceğini vurgular. Bu görüşlerini zamanla git gide geliştirir ki, bugün ondan geriye kalan birikim bütünüyle bu kurgunun iç meseleleriyle, çelişkileriyle veya derinlikleriyle ilgilidir.

Öte yanda çok özgün bir edebiyatın sahibidir. Tüm o sol söyleme ve iddialara rağmen 1945 civarında yazdığı sol-toplumcu gerçekçi şiiri Paris dönüşünde hemen terk etmiş, bütünüyle Apolinaire'den etkilenen egzotik-bireyci bir şiire yönelmiştir. Ama o şiir, özellikle 'aşk şiirleri' itibariyle kendi kuşağını da bugüne kadar gelen bütün şiir kuşaklarını da ayrı ayrı etkilemiştir. Etki gücü itibariyle hala devam eden bir şiirden söz ediyoruz.

Çok modernist bir şiir yazmasına karşın 1960’ların sonunda doğru o şiiri bahsettiğim düşüncenin eksenine yerleştirir ve çok önemli iddialarda bulunur. İnönü döneminin ‘resmi’ bir sanat anlayışı geliştirdiğini, bu anlayış yönünde Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’la kendisini belirten Anadolu/Türk kökenli bir şiiri silip, yerine Garip şiirini Orhan Veli-Melih Cevdet-Oktay Rıfat aracılığıyla yerleştirdiğini, bu ‘Batıcı’ ve ‘uydurma’ şiirin, CHP ve Nurullah Ataç tarafından savunulan Yunan-Latin kökenli modelin uzantısı olduğunu vurgular ve yaygın, çok etkin o şiire şiddetle karşı çıkar.[8] (Bu yazıları Birinci Yeni Savaşı adlı kitabındadır.) Yalnız ama olağanüstü güçlü bir edebiyatçıdır.

* * *

Attila İlhan'ın hayatında gerek edebiyat gerekse düşünce insanı olarak önemli boşluklar ve geri çekilişler mevcuttur.

1950'lerdeki hamlesinden ve çok etkili olan üç şiir kitabının (Sisler Bulvarı, Yağmur Kaçağı, Ben Sana Mecburum) ve ilk romanının (Sokaktaki Adam) ardından edebiyattan kopar. Hayır, edebiyat dünyasındaki tartışmalarını, özellikle İkinci Yeni şiir bağlamında sürdürür ve çok sert bir polemikçi olarak ortalarda görünür. Dönemin bütün birikimini okumuş ve değerlendirmiş birisi olarak belirteyim, haklıdır veya haksızdır, söyledikleri doğrudur veya yanlıştır, bir yana, bileğini kimse bükememiştir.

Yine de bütün yayınlarına rağmen 1970’lere kadar edebiyat dünyasında eski ‘hızında’ değildir. Neredeyse unutulmuş bir yazardır. Durumun anlaşılan nedenleri mevcuttur. 1962’ye kadar sinema dünyasının ve bohem hayatın içindedir. O yıl Paris’e gider. Oradan İzmir’e döner. Gazeteciliğe başlar. Bölgede çok etkili Demokrat İzmir gazetesinde önce magazin bölümünde çalışır, sonra genel yayın yönetmeni olur. Bilmediğim bir şekilde ayrılır ve 1973’te Ankara’ya, Bilgi Yayınevinin editörü olarak taşınır.

Bugün tanıdığımız Attila İlhan asıl Ankara yıllarından sonra ölümüne kadar geçen sürede güçlenmiştir. Ankara’ya taşındığında kritik bir eşiktedir. Çünkü, çok uzun yıllar (on yıldan çok) İzmir’de yaşamıştır ve Demokrat İzmir gazetesinde, sonradan Faşizmin Ayak Sesleri başlıklı kitabında yer alacak, 12 Mart öncesi yazıları kaleme almıştır. Kesinkes bir Atatürkçüdür. O dönemde gazetesinde ‘Günlük Emir’ köşesi yapmış, her gün Mustafa Kemal Paşanın bir sözünü oraya yerleştirmiştir. Fakat 12 Mart cuntasının gelmekte olduğunu ve faşizmi getireceklerini hiç kimsenin, tek bir kişinin bile görmediği şekilde görmüş ve karşı çıkmıştır. Oysa o dönemde entelektüel çevrelerin tamamı 9 Mart 1971 için tasarlanan faşist cuntayla irtibatlıdır ve onu hazırlamaktadır.

Dönem sol bakımından yavaş yavaş silahlı mücadeleye geçiş dönemidir ve Ankara’dan İzmir kökenli bir grup genç (başta, o günlerde ODTÜ öğrencisi olan romancı Mehmet Eroğlu) kendisiyle gidip İzmir’de irtibat kurmuştur. Kısacası, sol siyaset dünyasında İlhan önemli bir figürdür ama bilinen, adı yaygınlaşmış değildir. Hem 1940 kuşağı devre dışı kalmıştır hem de sol bambaşka bir içerik kazanmıştır. Açıkçası, 1960-1973 arasındaki çok geniş aralıkta İlhan yeri belli ama çok etkili olmayan bir edebiyat ve düşünce insanıdır.

Bu durum biraz şaşırtıcıdır. Çünkü, Demokrat İzmir’de başyazılarını yazana değin, eğer bahsettiğim erken/gençlik döneminin yazıları bir yana çıkılırsa (son derecede küçük bir birikimdir), İlhan, bir tek YÖN dergisine Paris’ten yazı göndermiştir. Onlar da derginin arka sayfalarında yayınlanan, bazen politikaya değinen, bazen de sosyal hayattan izlenimler aktaran yazılardır. Gayet çekingen, içe dönük makalelerdir, daha doğrusu ‘mektuplardır’. 1968’de evlendiği Biket İlhan, İzmir’e döndükten sonraki hayatını anlatırken bir yerde çalışmadığını, evde roman, şiir yazdığını ve annesiyle yaşadığını söyler. (Paris’ten, babasının ölümüyle birlikte annesinin yalnız kalması üstüne dönmüştür.[9]) Hatta evlenecekleri zaman İstanbul’a gidip senaryo yazarak geçimlerini sağlayıp sağlamayacaklarını araştırır ve çok umutsuz şekilde geri döner.[10] Sonra Demokrat İzmir dönemi başlar. Siyasi yazılarının gövdesini Demokrat İzmir’de yontar.

Ankara’ya geldikten sonra Yeni Ortam gazetesinde köşe sahibi olur. O gazetede kısa süre çalışır. Fakat YO serüveni özellikle önemlidir. Çünkü, İlhan’ı sonraki aşamalara taşıyacak hamlesi hemen hemen orada başlar. YO, dönemin sekter gazetelerindendir. Son derecede dar bir sol dünya görüşünü militanca savunur. İlhan’ın gazetede nasıl köşe yazarı olduğuna dair bir bilgi mevcut değildir. Hatta eşinin anlattığına göre gazeteyi yönetmesi de istenir, Ankara’dan İstanbul’a taşınma hazırlıkları tamamlandıktan sonra İlhan, temaslarından mutsuz olur, yazılarına müdahale edileceği, editoryal bağımsızlığının olamayacağını görerek kararını geri çeker. İlhan, YO’da yazarken ve ayrıldıktan hemen sonra,1973 ertesinde gelişen ve kendisini bugüne taşıyan üç önemli oluşumu bir arada sürdürür.

* * *

İlki ve YO ile çelişkisini belirleyen, 1989’a kadar devam edecek olan sol görüşleridir.

İlhan, özellikle 1965’te Paris’ten döndükten sonra çok özgürlükçü ve çok yenilikçi bir solu benimser, Avrupa’nın o yöndeki gelişmelerini günü gününe izler. Dönemin doğurduğu Akdeniz Sosyalizmi kavramı, onca geç bir tarihte de olsa, sol, sosyalist, komünist, işçi partilerini zorlamakta ve onlardan ‘proleterya diktatoryası’ hedefini programlarından çıkarmalarını istemektedir. İlhan, o görüşü daha öncesinden beri savunmaktadır. 1970 tarihli Hangi Sol’un ilk baskısı edebiyatçıca bir düşünce çabasıdır ama özündeki görüş özgürlükçü sosyalizmdir. YO’da bu düşünceyi savunur ve gazeteyle ters düşer.

Öte yandan İlhan, Türkiye’deki solun temel tezlerine ve benimsediği kurumlara (Köy Enstitüleri, Halkevleri, klasiklerin çevrilmesi (daha doğrusu Batıcı bir kültür politikası) köy edebiyatı) tepeden tırnağa karşıdır ve düşüncelerini çok güçlü bir şekilde savunmaktadır. Kopmanın pimi hiç beklenmeyen bir yerde çekilir. İlhan, köy edebiyatı konusunda Fakir Baykurt’la bir polemiğe girer ve o edebiyatı müthiş bir şekilde ezerek mahkûm eder. Sonunu getirir o edebiyatın. Kısa sürede Yeni Ortam, hiç görülmedik şekilde, çok nezaketsizce, İlhan’la yaşanan görüş ayrılıklarından söz ederek ilişkisini kestiklerini birinci sayfasından duyurur.

İlhan, neticede ulusal solulusal kültür tezini savunur. Batının, Batılı ülkelerin her biri solu kendi şartlarına göre biçimlendirmiştir. Türkiye de kendi solunu kendisine göre biçimlendirmek zorundadır. O sol milli olacaktır, olmalıdır. Öyle bir kaynak da vardır: Kemalizm sol için önemli bir kalkış noktasıdır. Sürekli olarak Kemalizmin sol bir hareket olduğunu ve Marksist bir bakış açısıyla yorumlanması gerektiğini savunur. Kemalizmin odağını ise, sanılanın tersine, laiklik benzeri üst yapı kavramları değil, anti-emperyalist tam bağımsızlık anlayışı, ekonomik kalkınma, sanayileşme ve halkçılık düşüncesi oluşturur. İlhan, 1980’lerin sonuna kadar Stalinist, özgürlükçü olmayan sola karşı büyük bir mücadele içindedir. Berlin Duvarının yıkılmasıyla birlikte bir manada ‘düşmanını’ kaybeder. Polemikçi yanı bu defa Batıyla Kemalizmi sürekli olarak karşı karşıya getirir ve dönemin önemli kavramı küreselleşmeyi Batının yeni komplosu olarak değerlendirir.

İlhan bu çıkışlarıyla sol dünyada yerini sağlamlaştırır. Hangi Sol, o kertede ilgi toplamamıştır ama gazetelerdeki pozisyonu İlhan’a önem kazandırmıştır. Ardından daha az bilinen gazetelerde yazar, İstanbul’a taşınana kadar. Ama o arada düşüncelerinin ikinci temelini güçlendirir.

* * *

O temeli aslında 1972 yılında yayınlanan Hangi Batı ile atmaya başlamıştır. Batıya tamamen karşı bir konuma yerleşmiştir. Bu kitap çok tartışılır. İlhan’ı sol içinde de sağ içinde de ‘aykırı’ bir yere oturtur. Türkiye’deki solun Atatürkçü/Kemalist kökenleri, geleneksel CHP’yle olan ve bir türlü yenileyemediği (koparamadığı?) ilişkileri, özellikle 1970’lerdeki Sovyetik/Stalinist eğilimleri, 19. yüzyıl Pozitivizminden gelen mekanik bakış açısı İlhan’ın gelenekle bugünü birleştirme ve ‘bireştirme’ (‘sentez’-sürekli olarak kullandığı sözcük budur) kaygısıyla tam bir çelişki meydana getirmiştir.

Tartışmalar, Türkiye’de, politik solla kültürel sol veya daha geniş manada politikayla kültür alanlarının birbirine haddinden fazla temas etmesinden doğar. İnsanlar, farkında olarak veya olmayarak politik bir problemi kültürel, kültürel bir meseleyi politik kabul ederek ele alırken, İlhan, bu ara kesiti çok iyi kullanır. Açıkçası bir ulusal bireşim (milli sentez) arayışına girer ve Hangi Batı, İlhan’ı Kemal TahirCemil Meriç, hatta Ziya Gökalp ve Niyazi Berkes anlayışına yakınlaştırır. Öte yandan Kemal Tahir’in başına gelen onun da başına gelir ve yazdıklarına ve söylediklerine zamanla sağın gösterdiği ilgi solun gösterdiği ilgiden daha fazla olur. İlhan da Türklüğü ve Türkçülüğü gitgide daha fazla savunmaya başlar. Bununla birlikte İlhan’ın kavrama ve kuşatma gücü, yaratıcılığı, birikimi, polemik yeteneği, hırsı adını andığım diğer entelektüellerden fersah fersah ötededir.

Doğu-Batı konusundaki görüşleri çok belirgindir. Batı’ya neredeyse tümden karşıdır. Onu tam manasıyla bir sömürgecilik odağı olarak görür. Düşüncesine göre Batı, kendisini, Türkiye’yi parçalamakla görevlendirmiştir. İleride değineceğim gibi, onlara bu çabasında yardım edenler içerdeki ‘komprador’ (işbirlikçi) aydınlardır. Süreç, Tanzimat’la birlikte başlamıştır. Tanzimat, tam anlamıyla Türkiye’yi Batıya ‘peşkeş çekme’ girişimidir. Onun karşısında Kemal Paşa'nın ‘milli’ girişimi yer alır. İlhan’a göre ‘Tanzimatçı kafası’ bugün de etkilidir ve aşılması gereken engeldir, iç tehlikedir. İlhan, İnönü dönemi kültür politikalarını da dış siyaset anlayışını da Tanzimat kafasının devamı olarak görmüştür.  

* * *

Bu noktada düşüncesinin üçüncü unsurunu devreye sokar: Kemalizm/Atatürkçülük. Bu konudaki fikirleri baştan beri aynıdır. Mustafa Kemal’i birbirine bağlı iki özelliğiyle tanımlar: Kemal Paşa anti-emperyalisttir ve ulusalcıdır. Attila İlhan hiçbir konuda görüşlerini sistematik bir şekilde dile getirmez. Düşünceleri gazete yazılarına dağılmıştır. Sonradan onları bir araya toplayarak kitaplarını hazırlar. Anılar ve Acılar ve Attila İlhan’ın Defteri alt veya üst başlığını verdiği ‘Hangi...’ dizisindeki kitapları böyledir. Onları boydan boya okuyanlar, doğal olarak tekrarlar görür ama çelişki çok azdır. İlhan, Kemal Paşa hakkında daha ilk yıllarda ortaya koyduğu düşüncesini zaman içinde yineler, tek fark alanı genişletmek, görüşlerinin dozunu artırmaktır.

Atatürk ve Atatürk’ün ulusalcılığı/milliliği konusunu savunurken düşüncelerini sürekli olarak a contrario’suyla, zıddıyla ele alır. İlhan için o zıtlık İsmet Paşa’dır (İnönü). İlhan’a göre İnönü herhangi bir konuda ne yapmışsa, o edim, Atatürk’ün yaptığının tersidir veya Atatürk yapsaydı İnönü’nün yaptığının tersini yapacaktı. İlhan, 1937’ye kadar Atatürk’ün, İnönü’ne izin vermediğini savunur. Ama hastalandıktan sonra İnönü dizginleri ele almış ve Atatürk’ün yaptıklarını dönüştürmeye başlamıştır. Her şeyden önce Mustafa Kemal Paşa yerlici/ulusalcı, İnönü alfafrangadır. Kemal Paşa ulusalcı, İnönü Tanzimatçıdır. Kemal Paşa devrimci İnönü bürokratik ve statükocudur. Kemal Paşa demokrat İnönü despotiktir. ’40 karanlığı’ içinde de (yani 1938-1950 arasında) o ters çizgiyi tam bir faşizan bir baskı uygulayarak sürdürmüştür. ‘Bugün’ yapılması gereken o çizginin silinmesi ve yeniden Atatürk’ün özgün anlayış ve uygulamasına dönülmesidir.

İlhan, kendisini hayatı boyunca şair ve romancı olmaktan çok, başta belirttiğim gibi, düşünür/eylemci (‘komitacı’!) olarak görürken (Fransız Komünist Partisine üye olduğunu ve uzmanlık ’dalının’ ‘ajitasyon ve propaganda’ olduğunu açıklamıştır) o ‘gerçeğini’ Kemalistliğiyle (daha doğrusu Mustafa Kemalciliğiyle ve Gaziciliğiylen(hepsi birbirinden çok farklıdır ona göre)) bütünleştirip somutlaştırıyordu. O sahadaki görüşleri zaman içinde büsbütün süzülüp dönüştü hatta genişledi. Daima bir edebiyatçı üslubunu koruyarak yazdığı yazılarda Atatürk’ü kuvay-ı milliye çerçevesi içinde ele aldı.

Atatürk’ün, daha doğrusu daima kullandığı adlarıyla Kemal Paşanın ve Gazi’nin eylemini halka dayanarak gerçekleştirilen, bir ‘yerli’/ulusal hareket olarak gördü. Bu anti-emperyalist bir kalkışmaydı ve feodaliteden ulusal burjuvazi aşamasına geçişti. Atatürk’ün inkılaplarını da bu anlayışla yorumladı. Mesela, edebiyatçı olarak çok tartışma uyandıran romanı Dersaadet’te Sabah Ezanları’nda baştan sona kullandığı Osmanlıcayı ve daima reddettiği dil özleşmesini de aynı muhakemeyle açıklıyordu. Mustafa Kemal Paşa feodalitenin dilinden burjuvazinin diline geçmek için bir inkılap yapmış fakat İnönü dönemi, Nurullah Ataç gibi bürokrat-yazarları aracılığıyla o inkılabı halktan kopan, halka zıt düşen bir çizgiye taşımıştı.

* * *

Benzeri düşünceleri laiklik konusunda da git gide artan bir sertlikle dile getirir ve ölümünden hemen önce verdiği bir mülakatta şunları söyler:

Türkiye’de bizim Cumhuriyet hareketinin en büyük vasfı olarak ‘laiklik’ söylenir. Laiklik en baştadır. Halbuki 1919 ve 20’den itibaren başlayan hareketin içinde önde olan asıl mesele anti-emperyalizm’dir. Laiklik değildir. Batı karşıtlığı. Gazi Mustafa Kemal, Batı emperyalizmine karşı. Bunun üstünde duruyor. Bunun kavgasını yapıyor. Gazi, ‘Batı bizi batırmak istiyor. Batı bizi paylaşmak istiyor. Biz bağımsız bir devletiz. Biz bu ülkede kendi devletimizi kurarız ve yaşatırız. Hayır diyenlerle de savaşırız’ diyor. Gazi, bu savaşı kazanıyor. Sonra da yeni bir devlet kuruluyor. Bu yeni devletin içinde laiklik daha sonra CHP kurulurken söz konusu oluyor. Fakat Türkiye Cumhuriyeti 1937’ye kadar laik değildir...[11]

Buradan devam ederek, laiklik ‘Atatürk’ün hasta yatağında yattığı bir sırada yürürlüğe konuyor’ der ve laikliğin ‘bu derecede’ öne çıkmasını şöyle açıklar:

1938'den itibaren Türkiye'nin dış politikasının değişmesiyle ilgilidir. 1938'de Gazi öldükten çok kısa bir süre sonra İsmet Paşa gidip İngiltere ile anlaşmıştır (...) İttifak imzalandıktan çok kısa bir süre sonra, Türkiye'de Milli Eğitim Bakanlığı'nın politikası değişti. Ne oldu? Birdenbire Yunan Latin Kültürü'nün Türkiye'de okutulmasına karar verildi. Halbuki Gazi zamanında böyle bir şey yoktur. Gazi Türk Kültürü'nü okutacaktır. Türklerin kültürünü bulacağız diye dünyayı eşeliyordu.[12]

Atatürk döneminde kıyafet sorunu olmadığını kendi yaşantısından izlenimlerle vurgular. Babasının 1936’da Ilgın’a kaymakam tayin edildiğini, hiçbir kıyafet yasağının bulunmadığını, kadınların örtündüğünü, devletin öyle bir sorunu olsaydı onunla evvela babasının uğraşması gerektiğini belirtir. Bağımsızlığın korunması için eğitimin milli olması gerektiğini savunur ve ilgililere açtığı ve kabul görüp uygulanan düşünesini belirtir:

Osmanlıca mecburi ders olmalı. Arapça ve Farsça da yardımcı ders olmalı.'" Şimdi 17 yaşında bir Fransız çocuğu 16. asırdaki bir kitabı alıp okuduğu zaman onu anlıyor. Benim çocuğum niye anlamasın ki? Böyle şey olur mu? Ve bunu söyledim ben. Bu teklifim kabul edildi. Osmanlıca'yı öğrenmeden bu işin içinden çıkamazsınız. Benim bütün tarihim bu. Osmanlıca'yı bir defa mutlaka bilmemiz gerekiyor. Şimdi bunun gibi Arapça ve Farsça yardımcı ders. Çünkü onları bilmezsen Osmanlıca'yı iyi öğrenemezsin bu böyle. Fransa'ya bakın. Yunanca, Latince ders olarak okutuluyor. Onların kültürü bu.[13]

Hangi Atatürk kitabının başındaki ilk cümleler tüm görüşlerinin özetidir: ‘Mustafa Kemal'in, iç içe üç büyük eylemi var: Emperyalizme karşı kurtuluş savaşı, padişaha karşı demokratik devrim, toplumun ümmet aşamasından 'ulus' aşamasına dönüşümü...’ Ona göre devrim zamanla bürokratlaşmış, kimse Paşa’nın görüşlerini anlayamamış, İnönü dönemi de her şeyi yozlaştırmıştır.

Bu anlayışı İlhan’ın daha önce bir ölçüde soluk kalan görüşlerini büsbütün koyulaştırmasıdır. O katılaşmayı Batıcılık konusundaki düşünceleri hazırlar. Hangi Batı’dan beri taşıdığı çekirdeği büyütür ve Atatürkçülüğü, Batıya dönük, Batılılaşmacı tüm inkılap hareketlerine rağmen Batıcı olmayan hatta Batı karşıtı bir yerli düşünce olarak tanımlar. Bu tanımında çok ısrarlıdır. İlhan, son döneminde tepeden tırnağa ulusalcı/millici bir pozisyona kaymıştır ve Kemalizmle Batılılaşma arasında yaptığı ayrımda sınırlarını kendisinin çizdiği, kendi tanımladığı Kemalizmi kabul etmiştir. Kemalizmle Osmanlı arasında bir zıtlık da görmez ve bunu özellikle dış politika bağlamında dile getirir: ‘Bir kere geçmişin üzerinde mutabık kalmamız lazım. Biz Osmanlı imparatorluğunun devamıyız. Tamamen Osmanlı'nın devamıyız. Aynı zamanda mirasçısıyız. Bunların bir çeşit yeni gelişmiş şekliyiz. Nasıl Rusya, Sovyetler Birliği'nin devamı ise, biz de Osmanlı'nın devamıyız.[14] 

* * *

İlhan’ın Kemalizm konusundaki yaklaşımı genişleyerek aydınlarla ilişkisini yeniden konumlandırır. İlhan’a göre Türk aydını ‘Türk değildir, yabancıdır’ ve ‘ihanet içindedir’. Bu ‘ihanetin’ kökenlerini evvela İnönü döneminde geliştirilen kültür politikasında bulur. Örneğin Mavi Anadoluculuk düşüncesine şiddetle karşı çıkar. Sonra eleştirilerini yabancı dille eğitim düşüncesine ve uygulamasına uzatır ve o yönteme tepki gösterir, öyle bir modelin ancak sömürge ülkelerine ait olduğunu belirtir. ‘Avrupa'nın en dinamik ülkesi. Bu dinamizmi büyük ölçüde halkta görüyorum. Aydınlar bitti. Aydın diye bir şey yok Türkiye'de. Halk aydınların önündedir. Türk halkı uyandı’ der.[15]

İlhan için aydınların ana problemi Tanzimat’la birlikte başlar. Tanzimat, ‘büyük inkarcılığın’ ilk durağıdır. Tanzimat’la birlikte aydın boş bir Batıcılığı benimsemiş ve Batı taklitçiliğine yönelmiştir. Oysa Mustafa Kemal Paşa halkla birlikte yoğrulmuş bir hareketi öngörüyordu. Aydınlar ‘Batı gözlüğüyle baktıkları için’ o gerçeği de kavrayamamış ve bürokratik yabancılıklarını sürdürmüştür. Konu laiklik-aydın ilişkisi bakımından da böyledir:

Türk aydını nereden bakılırsa bakılsın, laik aydın demek! İyi de aydın ne demek? Yıllar yılı biz laiklik denince ‘atheê’liğe çok yakın bir dünya görüşünü anlamışızdır. Şeriat ahkamına karşı olmak akla ve aklın verilerine inanmak, tartışmasız bir pozitivizme vb., aslında laikliğimizi, geleneksel yaşantımızdan damıtmanız lazımdır. Biz öyle yapmıyoruz, önümüzde örnek alınacak başka laik toplumlar yok mu? Var işte o toplumlardan, hazır laik aydın davranışını kopya ediyoruz; onun içinde laik Türk aydının toplumu içindeki davranışları, yabancılaşmasına neden oluyor.[16]

Bu aydın tipi onun tanımlamasıyla ‘komprador aydın’dır:

Türk aydını, kültür emperyalizminin ajanı durumuna düşürülmüş, üreticisiyle bağları koparılmıştır. Aslında kozmopolit kıyı şehirlerindeki Levanten kompradorları nasıl emperyalizmin ekonomik ayakları ise, yine bu şehirlerde üstelik o Levanten kompradorlarla aynı hayatı taşıyan aydınlar kültürel ayakları olmuşlardır.[17]

Bahsedilen aydın ister istemez ulusal bireşimini yapamamış aydındır ve ‘yabancı’dır. Burada, son olarak, İlhan’ın aydın konusunu ele alırken, özellikle ilericilik kavramını tartışırken problemi bir altyapı-üstyapı ilişkisi içinde kurguladığını belirtmek gerekir. Türkiye’deki aydınları suçlamasının başlıca nedeni de odur: aydınların, kendilerini, altyapı kalkınmasını (sanayileşme, ekonomik gelişme, eşit gelir dağılımı, refahın en ücra köşeye erişmesi) sağlayan ‘ilericiler’ olarak konumlamadıklarını, ‘Batıyı yanlış kapıdan buyur eden’ kişiler olmaları ve taklitçilikleri nedeniyle, kendilerini, bir başka ülkenin üstyapı unsurlarını (kültür) Türkiye’ye taşıdıkları için ‘ilerici’ saydıklarını, bunun da yine bir sömürgecilik tutumu olduğunu belirtir.

* * *

İlhan’a göre tüm bu kısıtlamaları aşmanın yolu, ‘vatanın elden gitmesine’ karşı, sol ve sağ demeden ‘milli’ kavramlar etrafında birleşmektir. Günlük rutini dışında evinden bile çıkmamasıyla tanınan İlhan, bu maksatla, çok ileri yaşında, ölümünden birkaç ay önce ‘Parola Vatan İşareti Namus’ başlıklı konferanslar dizisine başlar ve çeşitli kentlere gider. Eylemini o dönemde yazdığı bir şiirinde açıklamıştır: bana bir şimşek çak/yolumu aydınlatacak/gazi'nin gözlerinden/mavi bir şimşek/kuva-yı milliye mavisi/aynı emaneti taşımaktayım/'hürriyet ve istiklal benim karakterimdir'/çünkü hain sinsi ve korkak/aynı düşmana karşı/savaşmaktayım’

 Maksadı sol sağ demeden insanları görüşleri etrafında toplamaktır. Şunları söyler:

Gâzi yaşarken de, Gâzi ‘den sonra da, benzer bir konjonktür yaşanıyordu: İslamcı kesimden de, Türkçüler arasından da, Komünistler ‘de de; daima ‘hürriyet’ ve ‘istiklâl’ yandaşı ‘Ulusalcılar’ mevcut olmuş; buna mukabil, diğer bazıları, Anadolu yarımadasındaki yaşantının, ancak, ‘Sistem’in olmazsa olmaz bir cüz’ü haline dönüşürsek, yaşanabileceğini savunmuştur; bir bakıma, bilerek bilmeyerek, Lamartine ‘in, Abdülmecit ‘e tavsiye ettiğini; Tanzimat sadrazamlarının, -bilhassa Keçecizade Fuat Paşa ile Âli Paşa ‘nın,- önerdiğini yapmak!

Kemalizm, bunun tam aksiydi; hep öyle kalacaktır: Gerçek İslamcılık, gerçek Türkçülük, gerçek Sosyalistlik de![18]

İlhan, bu olguyu ‘Kuvay-ı Milliye tablosu’ olarak nitelendirir:

Hanidir, yazıp çizerken olduğu kadar, söyleşirken de: o Müdafaa-i Hukuk ‘tablo’sunu, gözler önüne getirmeye çalışıyorum: 1920’li yılların, gâzi ve şehid Ankara’sında; Gâzi Mustafa Kemal Paşa, bir yanına Ziya Bey’i (Gökalp) almıştı, bir yanına Yusuf Akçura’yı; Mehmet Akif Bey, hiç uzağında değildi, ‘İstiklâl Marşı’ ona rica edilmiştir; Börekçizade Rifat Hoca Efendi’yle, eylem birliği yapıyorlar; dahası, Bakû’da, İttihatçılar’ı etkisiz kılıp, TKP’yi örgütleyen Mustafa Suphi Bey, -ki Galiyef’ten ruhsatlıdır-, Paşa’dan, Ankara’da mülâki olmayı rica ediyor ve ricası kabul ediliyor; esasen o da,’Sosyalist Sol’da görünen Ethem Nejat Bey de, Şevket Süreyya Bey de, formasyonu itibarıyla, ‘Türkocağı Aydını’dırlar; Nâzım Hikmet de, Vâlâ Nurettin’le ‘Anadolu’ya iltihak etmiştir.[19]

* * *

İlhan’, son yıllarında bu ‘tutkusunu’ bir de Sultan Galiyef ilgisiyle pekiştirecek, onun görüşleriyle Mustafa Kemal’in görüşleri arasında ilişkiler kuracak, sağ çevrelerin, Türkçülükleri nedeniyle Galiyef’e (sosyalist olsa bile) karşı olamayacaklarını söyleyecektir.[20] Galiyef’i benimseyişi ve tanımlayışı da Mustafa Kemal Paşayı kabullenişine benzer. Bir süre sonra onu da bir tür alter-ego olarak kurgulamaya başlar. Gerek Mustafa Kemal gerekse Galiyef bir noktadan sonra onun birer roman kahramanıdır. Yukarıdaki ‘Bana Bir Şimşek Çak’ şiirine şunları da ekleyecektir: ‘galiyef yoldaş ne olacak/galiyef yoldaş sibirya sürgünü/sanki yalın bir bıçak/kayarak/bir kırlangıç hızıyla/bulutların arasından/karanlığın böğrüne saplanacak// galiyef yoldaş ne olacak/galiyef yoldaş sibirya sürgünü/elinde bir mektup eski yazıyla/artık yüzünü bile unuttuğu/karısından/burnunda sadece kokusu var/ilkbahar kadar müşfik/sonbahar kadar yumuşak/galiyef yoldaş ne olacak/avrasyada hala mazlumların uğultusu/kısa bozkır atlarının nallarından/gizli kıvılcımlar ki etrafa saçılıyor/azadlık mermileridir/çekirdekleri çelik/cehennem gibi sıcak...’

* * *

Gerek kurduğu ‘ulusal sol’ teziyle sol çevrelerde gerekse kültür konusunda dile getirdikleriyle sağ çevrelerde ilgiyle izlenir. Mesele bu görüşlerin özgünlüğüyle ilgilidir. Türkiye’de Milli Demokratik Devrim kavramının daha 1960’larda biçimlendiği açıktır. Kemalizme özgün bir içerik ve yeni bir yorum kazandırma çabası Doğan Avcıoğlu’nu ve YÖN dergisini de Bülent Ecevit’i ve Ortanın Solu görüşünü de etkilemiştir. Bizatihi Kemalizmin doktriner bir yapıya kavuşturulması bakımından 1930’lardaki Kadro dergisinin oynadığı rol ortadadır. Öte yandan İlhan’ın Batılılaşma ve özgün bir kültür sentezi inşa etme konusunda Kemal Tahir’le, Cemil Meriç’le ve tüm sağ yazarlarla kesişen görüşlerinin olduğuna değindim. Fakat İlhan onların hepsinden ayrılır.

Benzerlikleri su götürmese de bilhassa inkılaplar konusundaki tavrı, İnönü dönemi eleştirileri, Kemalizmi tamamen bir anti-emperyalist hareket olarak görmesi, dış politika konusundaki eleştirileri, yorumları, tüm bu değerlendirmelerini sonuna kadar solda ve Marksist olduğunu söyleyerek yapması, daima Marksist bir terminoloji kullanması ve nihayet düşüncesini eyleme dönüştürmesi bakımından özgündür. Ayrıca daha önce de dile getirdiğim gibi, andığım kişilerin hiçbiri bu kertede bir düşünce çabası vermemiş, görüşlerini İlhan ölçüsünde tarihsellik ve kuram çabası etrafında şekillendirmemiştir. Yine de son dönemdeki görüşlerinin sağ bir çizgide kristalize olduğunu açıkça vurgulamak gerekir.

* * *

Daha da ilginç olanı ömrünün son günlerinde, Kemalistlerle, gelişmesine çok önemli katkılarda bulunduğu ‘ulusalcılık’ bağlamında yaşadığı kopmadır. Ulusalcılık bugün Türkiye’de ‘Beyaz Türkler’in ideolojisi olarak şekillenmekte ve son derecede şematik bir Kemalizm yorumuna dayanmaktadır. Buna karşılık ulusal sol görüşleri savunan İlhan Kemalizmden tümüyle farklı şeyler anlamaktadır.

En nihayet kendisini Cumhuriyet gazetesine davet eden, en azından yazmasına izin veren ve YÖN dergisinde etkili olmuş İlhan Selçuk’un aynı konudaki görüşleriyle zıtlaştığı berrak bir gerçektir.[21] Bu durum gazetede yayınlanan yazıların ifade ettiği rahatsızlıkta da görülür.[22] Kemalizme kazandırmaya çalıştığı sol içerik kadar sola aşılamaya gayret ettiği Kemalist anlayış, sürekli şekilde kendisine yol arayan Türk sol çevrelerinde ilgi topluyordu. Bir tarihte Cumhuriyet gazetesine davet edildi. Orada geçirdiği son on yılında (1995-2005) ‘eylemini’ yukarıda alıntıladığım mülakatındaki görüşleriyle çok ileri bir noktaya taşır. Hayatı boyunca ‘Cumhuriyet ilericiliği’ diye özel bir kategori tayin ederek şiddetle eleştirdiği Cumhuriyet gazetesinde dönemin yükselen ulusalcılık koşullarını da kullanarak o kavramı, ulusalcılığı, bir aksiyona dönüştürmeye çalıştı. Bu maksatla ‘Parola Vatan İşareti Namus’ sloganı altında ‘Dip Dalgası’ adını verdiği bir ‘hareket’ başlattı ve Bilgi Yayınevinde bu başlık altında kitaplar yayınlamaya başladı. Ama İlhan’ın Kemalizmi, Türkiye’de genel kabul gören Kemalist ideolojiyle taban tabana zıttır. Spekülatif bir şekilde gazeteden ayrılması bir yana, Cumhuriyet’te onca uzun süre (on yıl) yazması başlı başına bir olaydır.

* * *

Attila İlhan’ın Kemalizm/Atatürkçülük konusundaki görüşlerini ele alırken bir noktayı öncelikle belirtmek gerekir. İlhan, işaret ettiğim gibi, daha Mavi dergisindeki yazıları sırasında Kemalizme atıfta bulunur. Ben Sana Mecburum kitabındaki ‘Memleket Havası’ bölümü o kapsam ve tarzdaki ilk Mustafa Kemal şiirleridir ve kitap 1960’ta yayınlanmıştır. O yıllarda İlhan önemli bir aşama kaydeder. Üçüncü kez Paris’e gider. Müthiş bir yılgınlık içindedir. Yeşilçam’da çalışmış ve istediklerini başaramamıştı. Artık kafasında tasarladığı romanlarını yazmak ve yeni bir döneme başlamak düşüncesindedir. Kurtlar Sofrası romanını yayınlamıştır. Bu roman, daha sonra beş roman yazacağı Aynanın İçindekiler serisinin temelidir ve tepeden tırnağa Atatürkçülüğü önerdiği, tek yol gösterici olarak belirlediği ilk romandır.

Romanlarda, 1859-1959 arasındaki Türk tarihini ele almak kararındadır. Bu maksatla çalışmaya başlar. Şiirleri, 1970’lerin ortasında yayınlayacağı göreli hafif yapıdaki şiirlerine gelinceye ve Aynanın İçindekiler serisini yazmayı bırakana kadar roman kahramanlarıyla dolmaya başlar. Bu şiirlerin atmosferleri de İlhan’ın romanlarını yansıtır. Şiirlerdeki tarih yükü ise son büyük/modernist şiir kitabı olan Tutuklunun Günlüğü ertesinde kaybolur ki, o yapıtta bile çok sınırlıdır. (Bu doğrultudaki son kapsamlı şiiri ‘Drang Nach Osten’ izleyen kitabı Elde Var Hüzün’de yer alır.) Artık roman yazmayı bırakmıştır. Roman kahramanları şiirlerden de çekilir. Geriye bir tek şey kalır: İlhan’ın şiirine Yasak Sevişmek’le giren ve alanını git gide genişleten cinsel içerikli şiirler. Bu şiirlerin tamamı kadın travestizmine ve cinselliğine dönüktür. Heteroseksüel bir erotizm bu şiirlerde asla görülmez. (Örneğin Elde Var Hüzün neredeyse tepeden tırnağa bu şiirlerle yüklüdür. Ayrıca Hangi Seks travestizmin kitabı gibidir, keza Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler kitabı da.)

* * *

Eğer tüm bu irdelemeden bir sonuç çıkarmak gerekirse şunları söylemek mümkün.

İlhan’ın Kemalizm ‘tutkusu’nun nasıl bir yapıya tekabül ettiği sorusunun yanıtı bir ölçüde İlhan’ın İnönü karşıtlığında aranmalıdır. Son derecede yaratıcı, güçlü buluşlarla açıklayıp savunduğu bu karşıtlığın temelinde muhtemelen 1941 yılında tutuklanması önemli bir rol oynuyordu. Keza, içine girdiği sol hareketin maruz kaldığı baskı da o dönemi ödünsüz şekilde ’40 karanlığı’ diye tanımlamasına yol açıyordu. Fakat bir ayrıntı da babasının Serbest Cumhuriyet Fırkasıyla irtibatıdır. Bu olgunun babasının memuriyet ve düşünce dünyasını nasıl etkilediği hakkında Attila İlhan fazla bir açıklama yapmamıştır. Ama doğru olduğu ölçüde bir gerçekliğe tekabül ettiği muhakkaktır.

İlhan’ın Kemalizmine bu sübjektif meselelerden uzaklaşıp bakınca galiba iki nokta var belirtilmesi gereken. Birincisi, İlhan, Kemalizmi, zihinsel olarak kendine kapalı düşünce (self-contained thought) olarak gördü, değerlendirdi ve savundu. Kendine kapalı düşünce sistemleri daha ziyade tüm dünyayı açıklayabileceğine inanılan, açıkladığı sanılan düşüncelerdir. Büyük dinsel dogmalar bu kategoridedir. Hayatın her zerresine dönük bir kural ve çözüm önerisi mevcuttur.

İlhan için de Kemalizm bu özelliği taşıyordu: anti-emperyalistti ve ulusalcıydı ve bu niteliğiyle Kemalizm kendisinden sonraki her ideolojik yapının ötesindeydi. Kültür, toplum, siyaset, dış politika konularında her türden sorunu çözme kapasitesine sahipti. Sorun, insanların ondaki bu özü/cevheri bilmemesiydi. Eğer yeterince anlatılırsa Kemalizm tüm ideolojik kanatlar tarafından benimsenecekti. Nitekim, İlhan bu maksatla ileri yaşında bir dönüşüm geçirerek o güne kadar sürdürdüğü ‘misyoner’liği ‘proselitizm’le (propagandacılık) bütünleştirdi. Sürekli şekilde zihninde gezdirdiği komitacılığını artık eylem adamlığıyla bütünleştirmişti.

İlhan’ın Kemalizm düşüncesini tayin eden ikinci olgu bu tür yaklaşımlarda görülen ur (öz, çekirdek, başlangıçta mevcut olan ve başlangıcı yaratan) bulma tutkusudur. İlhan, etrafta dolaşan Kemalizm anlatılarının bir safsata olduğu kanısındadır. Kendi anlatımının ise öz Kemalizmi ortaya çıkardığını düşünür. Bu ‘protestan’ bir yaklaşımdır: kaynak metinlere dönmek. O kadar ki, İlhan, 1920’lerdeki açıklamalarının Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri’ kitabına alınmadığını iddia eder ve ’40 yıldır onların peşindeyim’ der. Onlara erişilirse gerçek Atatürk’ün ve Atatürk’ün gerçek düşüncesinin berraklaşacağını savunur.

İlhan’da görülen bu ‘ur’ yaklaşımının, kaynağa dönme çabasının, kaynağın temiz ve açıklayıcı olduğu inancının kökeni Romantiklerdir. Romantikler, ulus düşüncesini oluştururken, adım adım ona doğru giderken halk kavramından çok yararlandılar. Halkın, gerçek, su katılmamış, saf olduğunu ve tüm gerçeğin onda gizli olduğunu varsayıyorlardı. Eğer o halka ulaşılır ve onun dili, kültürü, yaşaması özümsenir, çoğaltılır ve toplumun geri kalan kısmına aktarılırsa gerçek anlamındaki ulus oluşacaktı.

Herder’den başlayarak tüm bu yöndeki görüşlerin halk diline, folkloruna, efsanelerine, masallarına, ritüellerine yönelmesinin nedeninden söz ediyorum. Bizde de Ziya Gökalp’in, onunla aynı dönemlerde Ömer Seyfettin’in dil özleşmesinin kaynağını halkta görmeleri, erken Cumhuriyet dönemindeki halkçılığın öne çıkmasının, halk müziğine yönelmenin, o müziği çok seslendirmenin, halk masal ve efsanelerini derlemenin kökeninde aynı dürtüler yatar.

Attila İlhan tamamen bu yönde düşünen bir kişi oldu. Halkı saf bir kaynak ve güç olarak gördü. Ama asla ‘halkçı’ olmadı. Köylülüğü asla benimsemedi. Köy Enstitüleriyle ve köylü sözcüklerini kullanarak çeviri yapan, yazı yazanlarla asla uyuşmadı, Köy Edebiyatına tepeden tırnağa karşı çıktı. Ama kaynak düşüncesini Atatürk söz konusu olduğundan vazgeçilmez bir ilke şeklinde benimsedi.

Daima ‘mahreç’ gösterdi ve onu ‘bilimselliğin’ bir ilkesi olarak benimsedi. Bu bilimsellik düşüncesini de yine 19. Yüzyıl Pozitivizminden devralıyordu ve romanlarını dahi büyük çabalarla ‘bilimsel gerçek’ üstüne kuruyordu. Günü geldiğinde gerçeğin romanlarına bakılarak aydınlatacağına yürekten inanıyordu. Ve elbette tüm bu eğilimlerinde Romantisist bir tavır hatta tutku içindeydi. İlhan’a göre gerçek Mustafa Kemal kaynağında saklıydı ve onu İlhan tanıyordu. Misyonu tanıtmaktı. Entelektüel ömrünü bu çabayla geçirdi.

* * *

Bugün şunu söylemek gerek. İlhan, çok büyük bir edebiyatçı ve çok önemli bir entelektüeldi. Şairliği bu niteliklerini, bu nitelikleri şairliğini aştı. Sadece Mustafa Kemal etrafında oluşmuş, okurlardan izin isterken yazdığı ‘arzuhal’i tamamlarken bile …’parola’ VATAN, işareti ‘NAMUS’! aksi takdirde, sen yoksun; hiçbirimiz yokuz!.. diyen görüşlerinin ne kadar çağcıl olduğunu, çağa ne kadar direneceğini bilemem. Ama bu saptama onları açıkladığı yazılarının özgünlüğünü, müthiş edebiyat tadını, daima çok yaratıcı ve zekice buluşlarını inkar etmeye yetmez. Öte yandaki edebiyatçılığı ise başlı başına bir olaydır.

Ölümünden sonra Gülten Akın onun için ‘fırtına gibi bir adamdı’ demişti. Onu daha iyi tanımlayacak bir ifadeyi bugüne değin duymadım ve düşünemedim. Daima bir Attila İlhan fırtınası esti Türk edebiyat ve düşünce dünyasında. Kaldı ki, bir edebiyatçı ölümünden yirmi yıl sonra bile bunları söyletiyorsa zaten maksadına ulaşmış demektir.


[1] ‘Şairler Türkiye'de kendilerine aynı zamanda çok ciddi bir bilimsel platform gerektiğinin farkından değillerdi. Bizim şairlerimiz şiiri, şairleri ve edebiyatı bilirler. Sanıyorum ki Türkiye'de ciddi ciddi ilk defa tarih, sosyoloji, felsefe ve bunların üzerinde estetik sentez çabasına giren ben varımdır (...)’Çünkü bizde şairlerin düşünmesi pek adetten değildir. Şairler sadece söyler.’ ‘Attila İlhan’la Cafer Vayni’nin Röportajı’https://www.mehmetnuriparmaksiz.com/3527/attila-ilhanla-cafer-vayninin-roportaji

[2] Nurullah Ataç'la Gerçek'teki polemiğim çok ciddidir. Mesele şuydu. Ben CHP sanat armağanını kazanırken, biliyorsun kendi arzumla bu yarışmaya katılmış değilim. Aile beni katmış ve ben armağanı kazanmış oldum. “CHP'nin şairi” diye bir adam çıktı ortaya. Hasan sayesinde anlaşıldı ki CHP'nin falan değil. Derhal CHP de bunugördü. O zaman bana Faruk demişti ki, CHP'nin dergilerine gönder şiirlerini çünkü para da veriyorlar. Hepimiz parasızız çünkü. Ben Ülkü dergisine ve İstanbul dergisine birer şiir gönderdim. Çıktı. Fakat sonradan Hasan'ın Gün'de açıklaması çıkar çıkmaz ondan sonraki şiirlerimin hiçbirini koymadılar. Çok yıllar sonra, 1970'li yıllarda, ben İzmir' de gazetecilik yaparken -Demokrat İzmir gazetesinin genel yayın müdürüyken- Behçet Kemal Çağlar İzmir'e gazeteyi ziyarete gelmiş. Orada benim o işi yaptığımı bilmiyormuş. Beni tanıyınca, “Yahu ben sizi kaç seneden beri tanımak istiyorum.” dedi. Ve bir olay anlattı. Anlattığı olay şu: Meğerse beni o zaman ikinci seçen jüride o da varmış. Jüride namzet şiirleri okuyan Behçet Bey'miş. Bana o işin nasıl yürüdüğünü ve benim o armağanı nasıl kazandığımı anlattı. Çünkü o armağanın bir özelliği vardı. İsimle katılınmıyordu. Rumuzla katılınıyordu, ismin etkisinde kalınmasın diye. Amcam da beni hangi rumuzla katmış haberim bile yok. Oradan şiirleri okuyorlar

Benim “Gavur Dağlarından Rivayet” şiirlerimin “Cabbaroğlu Mehmet” isimli olanıdır. “Senin şiirin geldi önüme.” dedi. Vakit epey ilerlemiş. Okumaya başladığımda jürideki herkes -yorgun ve bir kısmı yaşlı- uyukluyordu. Ben senin şiirini okurken Nurullah Ataç şöyle bir kaldırdı kafasını. Dedi ki, bir daha oku, baştan oku ve herkesi dürttü. Bu şiir enteresan bir şiir. Millet dinledi şiiri. Ataç benim şiir üzerinde yapışıp kalmış. Ve “Bu şiir birinci olmalı” diye tutturmuş. Hâlbuki aynı armağana katılmış başka şairler var ve onlar tanınan kişiler. Ben, daha o sıralar lisede okuyorum. Komünistlikten kovulmuş zar zor okuyan bir çocuktum. Bunların içerisinde Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cahit Sıtkı Tarancı var. Sonradan öğrendim ki, ortalıkta ne kadar şair varsa hepsi katılmış. Birincinin armağanı olan 2000 lirayı almak için. Şimdi ondan sonra büyük tartışma çıkmış. Şiir tarzından Fazıl'ı, Cahit'i tanıyorlar. Diyorlar ki, “Cahit varken, bu tanımadığımız bir herif. Bunu biz birinci nasıl yaparız.” Tartışma kıyamet, Bu tartışma sürerken o kadar şiddetle ve şirretle (şirret bir adamdı Ataç çok) tepinmiş ki mecbur olmuşlar beni ikinci ilan etmeye, birinci yapamamışlar. Üçüncü de Fazıl'ı yapmışlar ve böylece sonuçlanmış. Ve ilân edildikten çok kısa süre sonra da ben kitap yayınladım. Benim kitabım çıkar çıkmaz ilk övücü yazıyı da Ataç yazdı. Şimdi beni çok öven ve tutan bir adam bu. Ben çıkıyorum. Onun yazdığı yazılara tepeden aşağı giydiriyorum. Kafasının tası attı. Ondan sonra biz uzunca bir süre tartıştık birbirimizle. Müthiş hakaretler ederdik birbirimize. Çünkü duygusal bir adamdı Ataç. Mantıklı değildi. Onun için çok ciddi bir tartışmadır o. Yani, hayal kırıklığına uğramıştı bende. “Ben bu adamda neler buldum. Komünist çıktı alçak.” Buna kızıyordu.’ ‘Attila İlhan’la Cafer Vayni’nin Röportajı’. https://www.mehmetnuriparmaksiz.com/3527/attila-ilhanla-cafer-vayninin-roportaji. Ataç’ın ölümünden sonra yazdığı yazıda onunla bir kez karşılaştıklarını ve kendisine ‘ha sen misin o’ dediğini yazar. Görüşlerinin ve söylediklerinin Ataç’ı çileden çıkardığını belirtir. Nitekim Ataç da Mavi dergisindeki yazıları için ihbar anlamına gelecek şeyler yazmış, İlhan buna karşılık ‘insan giderayak kalemini pisletmez’ diye cevap vermiştir. Polemik bu düzeydedir.

[3] ‘O sıralarda da amcamın ve babamın bir komplosuna gelerek ben CHP'nin sanat armağanını kazandım. Çünkü ben o kafamla CHP'nin armağanına katılacak bir adam değilim. Bunlar beni kandırdılar. Amcam edebiyat öğretmeniydi. Şiiri çok beğendi ve önce bana “Sen bu şiirle katıl armağana" dedi. Ben dedim ki; “Ben o heriflere katılır mıyım? Onlar beni 16 yaşımda hapsettiler. Okuldan kovdular. Bu heriflerden nefret ediyorum. Ben bunlara katılmam” dedim. Babamla, amcam kendi aralarında konuşmuşlar. Amcam o zamanlar Fındıklı'daydı. Fındıklı'dan İstanbul'a gelirken bana dedi ki; “Attilâ ben o şiiri çok sevdim daktilo et de bana ver" dedi. “Ne yapacaksınız?” dedim. “Öğrencilerime okutacağım” dedi. Ben onu anlamadım ve verdim. Kışa doğru Ankara'dan bir mektup geldi bana, “Şiiriniz armağan kazanmıştır, asarız keseriz...” Böyle bir zarf. Birden bu çıktı. Bu çıkınca ben hemen reddetmeyi düşündüm. O zamanlar temasım olan solcu arkadaş Ömer Faruk Toprak Bey, “Deli misin dedi. 1500 lira o zamanlar inanılmaz bir para. Al o parayı, sen yazdığından sorumlusun. Senin yazdığında kötü bir şey yok ki” dedi. Doğru, böyle bir patlamam oldu. Bu patlama olunca Gün hemen ertesi hafta bunu ilan etti. Çünkü, Attilâ İlhan o zamana kadar solcu cenahta meçhuldü. Kimse bilmiyordu Attilâ İlhan'ı. Yalnız Gün biliyordu. “Arkadaşımız Attilâ ilhan kazanmıştır” diye açıkladı olayı. ‘Attila İlhan’la Cafer Vayni’nin Röportajı’. https://www.mehmetnuriparmaksiz.com/3527/attila-ilhanla-cafer-vayninin-roportaji.

[4] Paris’e, ne olduğu yakın zamana kadar İlhan’ın birkaç meraklının değinisinden, kendisiyle yapılan birkaç mülakatta söylediklerinden öte bilinmeyen İleri Jön Türkler Birliği ilişkisiyledir (?). Öyle tanımlamıştır. Bu birlik şimdi bir kaynakta incelenmektedir: Murat Kılıç, İleri Jön Türkler Birliği (1949-1952). İstanbul: Sosyal Tarih Yayınları, 2022.

[5] O seyahatin neredeyse günlük bir tutanağı elimizde mevcuttur: Attila İlhan, Kardeşime Mektuplar. İstanbul: Kaynak Yayınları, 2021. Bu mektupları şu yazımda çok geniş şekilde değerlendirdim. Hasan Bülent Kahraman, ’70 yıl önce Attila İlhan’, https://www.k24kitap.org/yetmis-yil-once-attila-ilhan-3447.

[6] Daha sonra bu kavramı ilginç bir şekilde açıklar ve Türkiye’de kendisine sosyalist diyen tüm partilerin Marksist/komünist olduğunu söyler, çünkü, der, sosyalistliğin sağ kanadı da olabilir. Nitekim, Mavi dergisindeki yazılarına saldıran Peyami Safa gibi yazarlar işin bu yanını görmezden gelmemiş, tersine, İlhan’ın yazdıklarının komünist faaliyeti olduğunu adeta ihbar etmiştir.

[7] İlhan, yazılarında Plekhanov’u anar ama asla somut bir kaynak/mahreç göstermez. 1950 Paris’inde bu Rus düşünce adamının yazdıklarını kavrayacak birikime sahip değildir. Ama Plekhanov’la bir şekilde yolunun kesiştiği muhakkaktır. Ker zaman söylediğim gibi, kurama düşkün yanı, olağan üstü zekası ve hepsinden önemlisi sentez yapma yeteneğiyle okuduklarını başlı başına bir görüş geliştirecek şekilde değerlendirmeyi bilmiştir. Bugün, hakkında yazılan tezleri ve kitapların neredeyse tamamını gözden geçirmiş birisi olarak şunu söylemeliyim ki, Plekhanov adı, İlhan’ın bu çabası o metinlerin tek bir tanesinde dahi zikredilmemektedir. Bugünkü entelektüel ve akademik hayat 1950’lerin gerisinde midir sorusu ciddi bir sorudur.

[8] Sadece şu yazısına bakmak yeterlidir: ‘Ötme Vapur Gelemem’, Cumhuriyet, 13 Nisan 2005.  (https://tilahan.org/otme-vapur-gelemem/.)

[9] Bu tarihler konusunda çok farklı bilgiler verir. Attila İlhan Vakfı sitesindeki şecere bilgisine göre babası 1965’te ölmüştür. Bütün anlatımlarında Paris’ten babası öldüğü için annesine bakmak maksadıyla döndüğünü belirtir. Dönüş tarihi 1965 olmalıdır. Bu durumda Paris’e gidişi de 1960-61 civarında değil daha geç bir tarihtedir. YÖN dergisi bu konuya ışık tutar. İlhan’ın görebildiğim kadarıyla YÖN’de çıkan ilk yazısı ‘Paris’ten Bir Kartpostal’ üst başlığıyla verilen ‘Topkapı’ adlı yazısıdır ve Jules Dassein’in yönetmenliğini yaptığı 1964 tarihli aynı adlı filmi hakkında çok kısa bir değinidir. (Bu yazı hiçbir kitabında yer almaz.) Ardından birkaç sayı sonra De Gaulle hakkında bir yazı yayınlar. Demektir ki, Paris’e 1964 civarında gitmiştir. 1965’te döndüğü kesindir. YÖN’de ‘Attila İlhan’ın Defteri’ üst başlığıyla yazdığı ve hatırı sayılır bölümünü Faşizmin Ayak Sesleri adlı kitabında topladığı yazılarıysa 11 Kasım 1966 tarihli 189. Sayıda başlar. İlhan yazdığı giriş yazısına, tıpkı Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başlarken kaleme aldığı yazıda olduğu gibi ‘nöbeti devralıyorum’ diye başlar. Bu tumturaklı girişe rağmen yazılarda politikaya çok az değinir. Büyük çoğunluğu edebiyat hakkındadır.

[10] Dağhan Dönmez, ‘Lento Söyleşileri: Biket İlhan’. https://lentodergi.com/2023/07/lento-soylesileri-biket-ilhan/.

[11] Selami Çalışkan, ‘Attila İlhan ile Söyleşi: Batı Bizi Batırmak İstiyor’, Milli Gazete, 4 Haziran 2005. Şu bağlantıdan erişiliyor: http://acikistihbarat.com/Home/IcerikGoruntule/8056.

[12] Aynı kaynak.

[13] Aynı kaynak. İlhan, daha önce de bu görüşünü yazılarında ve kitaplarında dile getirmiştir. Ayrıca Melih Cevdet Anday’la ‘klasiklerimiz’ konusunda çok kapsamlı bir tartışma yapmıştır. Bknz.,

[14] Selami Çalışkan, ‘Attila İlhan ile Söyleşi: Batı Bizi Batırmak İstiyor’.

[15] ‘Tunca Arslan’la söyleşi’, 2000'e Doğru, 3 Kasım 1991, s.48-49.

[16] Attila İlhan, Ulusal Kültür Savaşı. Anakara: Bilgi Yayınevi, 1998, s. 160.

[17] Attila İlhan, Hangi Batı. Ankara: Bilgi Yayınevi, 1999,  180.

[18] Attila İlhan, ‘Gün ‘o gün’ olmasın’, Cumhuriyet, 21 Ocak 2005.

[19] Aynı yer. Bu değerlendirmesinde İlhan’ın tarihsel ayrıntıları gözden ırak ettiği açıktır. Mehmet Akif ve Mustafa Suphi, hatta Nazım Hikmet ve Vala Nureddin için söyledikleri olgusal planda doğrudur ama bu isimlerin her birinin ayrı ayrı birer gerçeğinin olduğu da bir o kadar doğrudur. Birleştirici payda Milli Mücadele’dir. Onun akabinde yolların ayrıldığını İlhan hiç ele almamıştır.

[20] Galiyef konusundaki yazılarını sonra Sultan Galiyef: Avrasya’da Dolaşan Hayalet (Ankara: Bilgi Yayınevi, 2000) adlı kitabında bir araya getirecektir. 

[21] Bu konudaki görüşler çok farklıdır. Ben, 1995 yılında Cumhuriyet’te yazacağını öğrendiğim günlerde bir İstanbul yolculuğunda Divan Otelinin pastanesinde İlhan’ı ziyarete gittim. Dışarıda bir gazeteciye fotoğraflarını çektiriyordu. Sinemacılarla randevusu olduğunu, para işleri konuşacağını söyledi, özür diledi, ayakta konuştuk ve gelişmeleri sordum. Şaşkınlığım açıktı, o güne değin onca eleştirdiği Cumhuriyet’te nasıl yazacaktı, neredeyse tüm hayatı boyunca Cumhuriyet’e ve görüşlerine karşı çıkmıştı. İlhan Selçuk’un davet ettiğini belirterek, ‘bakalım, konuşuyoruz’ dedi. Ölümünden sonra İlhan Selçuk ‘Attila...’ başlıklı yazısında Cumhuriyet’te başlamadan önceki uzun görüşmelerini anlatır, gazetedeki köşesinin yerini kendisinin seçtiğini belirtir ama talebin kimden geldiğini muğlak bırakır. Yine de o yazıların tartışma yarattığını söyler ve çok ilginç bir açıklama yapar. Nadir Nadi Odasında yazmaya başlamadan önce görüşürlerken Atilla İlhan kendisine ‘İlhan, korkma, seni üzmem’ demiştir. İlhan Selçük devam ede: ‘Üzdü mü? Helal Olsun.’ Belli ki, üzmüştür. O Üzüntünün Attila İlhan’ın yazılarıyla Cumhuriyet’in temel görüşleri arasındaki çelişkiden türediği açıktır. Yine de İlhan Selçuk çok alicenapça ilave eder: ‘bunların tümü devrimci kapsamda tartışmalardır…’. Başlangıç dönemine ait bir diğer öyküyü Nurer Uğurlu anlatır. Tamamen farklıdır: ‘Sami Karaören’e ikinci sayfaya hazırladığım yazıyı vermek için gazetenin büyük demir kapısından içeri girer girmez Attilâ İlhan’la karşılaştım. Hatır sorduktan sonra, büyük bir merakla: “Hayrola?” dedim. Attilâ İlhan gülerek: “İlhan çağırdı, üç gün gazetede yazmamı istedi” dedi. Çok şaşırmıştım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. “Hayırlı olsun” sözü dudaklarımdan döküldü. O, Babıâli’nin gün görmüş, günler görmüş parke sokağında ağır ağır yol alırken, ben asansörle gazetenin üst katına çıktım. Sami Karaören’in odasına girdim: “Biraz önce büyük demir kapı önünde Attila İlhan’la karşılaştım” dedim (...) İlhan Selçuk’un odasının kapısını çaldım (...) Selâmdan sonra İlhan Selçuk’a: “Biraz önce büyük demir kapı önünde Attila İlhan’la karşılaştım. Gazeteye çağırmışsınız, yazmasını istemişsiniz!” dedim.İlhan Selçuk, gülümseyerek:“Öyle mi söyledi?” “Evet!” İlhan Selçuk benimle olan konuşmasını şöyle sürdürdü: “Telefon etti, benimle görüşmek istediğini söyledi. Ben de her gün öğleden sonra gazetede olduğumu söyledim. Geldi, oturdu, çay içti. Gazetede yazmak istediğini bildirdi. Çok şaşırdım. Oturduğum yerden kalktım, kitaplıktan Attilâ’nın “Hangi Sol” (1971) adlı kitabını aldım. Orada benimle, Yunus Nadi ve Nadir Nadi ile ilgili eleştiri sınırlarını aşan, yergilerle dolu yazdıklarını yüzüne karşı okudum. Sonra “Hangi Atatürk” (1981) kitabındaki bana sövgülerini... Bu yazılar ortada dururken Attila İlhan Cumhuriyet gazetesinde nasıl yazar, dedim.” İlgi ve şaşkınlıkla İlhan Selçuk’un anlattıklarını dinliyordum. Dayanamadım, “Peki, ne dedi” diye sordum. İlhan Selçuk, gülümseyen bir yüzle:“Canım İlhan, bilirsin gazeteciler arasında böyle tartışmalar, dalaşmalar olur, sonra unutulur. Boş ver!” dedi. “Attilâ’nın sözünü kestim. Bu gazete sana, senin düşündüğün gibi bir para da ödeyemez, şu an hiç. Ekonomik durumumuz iyi olursa belki. Ona göre... Attila sözümü kesti, paranın önemli olmadığını söyledi. O zaman yazabileceğini söyledim.” Ben dayanamayarak, “Son yıllarda Osmanlı hayranlığı içeren ‘Fena Halde Leman’ (1980), ‘Dersaadette Sabah Ezanları’ (1982) adlı, ağdalı anlatımlı ve uzun tamlamalı romanları tutucu ve bağnaz çevrelerce göklere çıkarılan bir yazarı, Cumhuriyet gazetesi okurlarına nasıl kabul ettireceksiniz” diye sordum.Bir hafta sonra Attilâ İlhan, birinci sayfadan küçük bir duyuru ile gazetenin arka sayfasında yazmaya başladı.İlhan Selçuk’a söylediğim oldu. Cumhuriyet gazetesi okurları bu olaya çok sert karşı çıktılar. Kimi okurlar gazeteyi protesto eden yazılar, bildiriler kaleme aldılar. Bu çok sert karşı çıkmayı Cumhuriyet gazetesi çalışanları tahmin etmişlerdi ama İlhan Selçuk değil. Nitekim Attilâ İlhan’ın kimi yazıları, örneğin Türk devrimi ve İsmet İnönü ile ilgili olanları, gazetede yayımlanmadı. Yazılarında hiçbir zaman “Atatürk” adını kullanmadı, “Gazi” dedi. İsmet Paşa’ya olan kinini ve öfkesini engelleyemedi. Bazı devrimlere, özellikle dil devrimine, açıkça karşı çıktı, Osmanlıca sözcük ve tamlamalara ağırlık veren yazılar kaleme aldı. Attila İlhan, Cumhuriyet gazetesinde yazdığı sürece İlhan Selçuk’un düşünce yelpazesini geniş tutalım, karşıt görüşlü yazarlara da gazetede yer verelim, görüşü pek geçerli olmadı. Sonunda Cumhuriyet gazetesi okurları ağır bastılar, Attilâ İlhan’ın gazetenin sözü geçen yazarları arasında yer almasına izin vermediler.’ Nurer Uğurlu, 21 Eylül 2028. Şu bağlantıdan ulaşılıyor: https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/kimse-animsamaz-1089291.

Benim yorumum ise şudur: İlhan, o dönemde TRT televizyonu yayınlarıyla ve yazdıklarıyla zaten yoğun bir Kemalizm ‘restorasyonuna’ ve ‘revizyonuna’ başlamıştı. Muhtemelen Cumhuriyet gazetesini hiç katılmadığı o Kemalizm tutkusuyla çabasını taşıyacak tek mecra olarak görüyordu. Muhtemelen Selçuk’un dediği doğrudur, Attila İlhan onu aramıştır. Bir şekilde ortaya çıkan etkileşimle taraflar karşı karşıya oturdular ve İlhan için de zor olan o süreç başladı. Evet, Cumhuriyet’te yazması Attila İlhan için, Cumhuriyet’in Attila İlhan’ı kabul etmesinden daha zordu.

[22] Bu konuda Çetin Yetkin başı çeker. 11 Aralık 2003’te Cumhuriyet gazetesinde yayınladığı ‘Fesüphanallah!’ (yazının başlığı İlhan’ın 1 Kasım 2003’te Cumhuriyet’te yayınlanan yazısının başlığıdır) yazısında İlhan’ın laiklik konusundaki görüşlerini eleştirir. Şu bağlantıdan ulaşılıyor: https://www.academia.edu/83074425/Prof_Dr_%C3%87etin_Yetkinin_Attila_%C4%B0lhana_Yan%C4%B1t%C4%B1_Fes%C3%BCphanallah_#loswp-work-container. Ayrıca Yetkin ‘Attila İlhan Kemalist değildi’ başlıklı yazısında hem eleştirilerini sürdürür hem de İlhan’ın yazılarından ötürü gazeteden ‘uyarıldığını’ yazar. Bknz. https://www.guncelmeydan.com/pano/attila-ilhan-kemalist-degildi-t22498.html.I

Hasan Bülent Kahraman - 20/50/100 yıl Sonra Attila İlhan’ı düşünmek...

T24 12 Temmuz 2025   Konuk Yazar Hasan Bülent Kahraman 20/50/100 yıl sonra Attila İlhan’ı düşünmek... Attila İlhan işlevini başından sonuna ...