Susan Sontag’ın
günlüklerini okuyorum. Birinci cilt bitti, ikinci cildi yarıladım. Düz bir
hayatı var: Okumak, yazmak ve seks. Üçünde de pek iyi değil.
Oradan, o ‘düz’lükten
nasıl bir ‘yazar’ çıkmış, inanılmaz. Çok çalışmış, ineklemiş, ışıldamış.
Philip Roth’un söyledikleri
aklıma geldi. Şöyle diyordu:
“Bütün gün çalışırım, sabah ve öğleden
sonra, neredeyse her gün. Eğer bu şekilde iki-üç yıl oturursam sonunda bir
kitabım olur.”
***
Sontag, 16
yaşındayken (iki kız arkadaşıyla birlikte) Thomas Mann’ı ziyaret ediyor. 71
yaşında öldüğü güne kadar, 55 yıl boyunca, her yıl, çevresindekilere bu
görüşmeyi farklı bir şekilde anlatıyor.
Sontag’ın
biyografisini yazan Benjamin Moser’e bu 40-50 versiyondan hangisinin doğru
olduğunu soruyorlar, cevabı şu: “Mann’ı ziyaret ettiği kısmı doğrudur.”
Hep farklı yazarlara
gönderen bir okuma oluyor. Bu versiyon
olayı da bana Elias Canetti’nin dediklerini hatırlattı. Şöyle diyordu o da:
“İyi
tanıdığım insanlara ikide bir aynı olayları anlattırıp dinlemeyi pek seviyorum,
hele bunlar yaşamlarının odak noktalarını oluşturan olaylarsa bayılıyorum.
İlgili olayları her anlatışlarında biraz değiştiren insanlarla ahbaplık etmeye
katlanabiliyorum ancak. Ötekileri rollerini fazlasıyla iyi ezberlemiş oyuncular
gibi görüyorum, onlara inanmak gelmiyor içimden.”