6 Ağustos 2020 Perşembe

Buyrukçu'nun Günlüğü - 6 Mayıs 1970

Muzaffer Buyrukçu

6 Mayıs 1970

 

 

Edip Cansever, ben,Talât (Talât Kılıç) Taksimdeki 'Mutfak' meyhanesindeydik. 

 

Turgut Uyar'la Tomris Uyar, bir çocuk arabasını iterek girdiler bahçeye. Edip Cansever, "Reis!" diye seslendi. Geldiler. Yer açtık. Tomris Uyar, "Buyrukçu, oğlum Turgut'u gördün mü?" dedi. Kalktım, temiz örtülerin arasında uslu uslu duran çocuğa doğru eğildim, gözlerimi gözlerine diktim. Yabancı yabancı baktı bana. Sağlıklıydı. Topuz gibiydi. "Mutlu olmasını dilerim!"

 

Turgut Uyar'la Tomris Uyar votka içeceklerdi.

 

Naci Çelik abartılı bir saygıyla selâmladı hepimizi ve üç metre ötedeki bir iskemleye ilişti, yüzünü masamıza çe­virdi, az sonra Selim İleri de gelecekti.

 

Edip Cansever, Naci Çelik'i süzdü tepeden tırnağa olumsuz bakışlarla, külünü silkti işaret parmağıyla siga­ranın beline dokunarak ve gökgürültüsü gibi kükredi. "Kimsin ulan sen?"

 

Naci Çelik apışıp kaldı, sarardı, soldu, benden, Turgut­'tan, Tomris'ten, Talât'tan yardım istercesine kıvrandı.

 

"Kimin ajanısın ulan sen? Şiiri ne zaman öğrendin de boyundan büyük lâflar ediyorsun." dedi Edip Cansever.

 

Naci Çelik, sözlerin kendisini fazla etkilememesini, ya­ralamamasını sağlamak amacıyla bir tenhalığın uzak bir köşesine çekilmiş gibi hiç yanıtlamadan dinledi Edip Cansever'i bir saat kadar, sonra kalktığını hissettirmek istemi­yormuş gibi kalktı usulca, kayboldu ortalıktan. Ne olursa olsun gözlerimizin önünde azarlamamalıydı çocuğu, o daha çok gençti... çabuk kırılırdı; söyleyeceği bir şey varsa biz yokken ya da bir yana çeker konuşurdu. Bana çata­cak, öfkesini benden alacak korkusuyla zihnimin dışına taşırmadım bunları.

 

Bardakları tokuşturduk.

 

Edip Cansever'in Naci Çelik'e duyduğu kızgınlık azal­mıştı. Gülümsüyordu. Tomris Uyar ve Turgut Uyar'la bir­likte geçirdikleri ve o geceyi unutulmaz kılan birtakım sivri ve yayvan olaylardan söz ediyorlardı. Birden bana baktı, "Biliyor musun Turgut, Muzaffer senin şiirlerini beğenmi­yor " dedi. Kıpkırmızı oldum, kulaklarım yandı tutuştu. Çıldırmış mıydı bu? Yoksa bizler tartışırken, sürtüşürken doğacak gergin ortamdan sıkıntılarını giderecek bir zevk mi alacaktı? Bizlerin acıları, onun ağzının tadını çoğaltan ballar mı üretecekti? Bu soruların karşılığı olumluysa Edip Cansever bir depresyon geçiriyor demekti ve tedavisi şarttı.

 

Turgut Uyar bu 'emrivaki' karşısında biraz sarsıldı ama hemen toparlandı, efendice gülümsedi. "Olabilir, beğenme­yebilir."

 

"Edip, ne oluyor? Niye suyu bulandırıyorsun?" dedim sertçe.

 

'Yalan mı? Beğeniyor musun?" dedi Edip Cansever.

 

"O benim bileceğim iş... beğenirim beğenmem, ama bu düşünce bana aittir ve gerektiğinde ancak ben açıklarım." dedim.

 

"Kimse kimsenin şiirini, hikâyesini sevmek zorunda değildir." dedi Turgut Uyar yumuşak bir sesle.

 

"Doğaldır bu" dedim. "Turgut'un şiirini asıl beğenme­yen, asıl sevmeyen ama beğeniyormuş gibi, seviyormuş gibi davranan sensin!"

 

Bozulma sırası Edip Cansever'deydi. "Hayır, ben Tur­gut'u severim".

 

"En azından yüz kere Turgut Uyar beni taklit ediyor, birçok şiirinde benden etkiler vardır diyen sen değil misin?" dedim.

 

Şaşırdı Edip Cansever, rakı bardağını ağzına götürür­ken eli titredi. "Sen yanlış anlamışsın, ben öyle bir şey de­medim."

 

"Kıvırma!" dedim. "Senin gibi bir sanatçıya ikiyüzlü davranmak yakışmıyor. Mademki konu açıldı, herkes eteğindeki taşlan döksün."

 

"Turgut önemli şairdir." dedi Edip Cansever bir robot sesiyle.

 

"Başka şeyler konuşsak." dedi Tomris Uyar.

 

"Şurda iki dirhem rakı içeceğiz onu da burnumuzdan getiriyorsun. Bir daha seninle oturmayacağım; rahatsızsın sen!" dedim.

 

"Doğru, herkesi kızdırır." dedi Edip Cansever.

 

"Doğru, yalan söyleyeni kızdırmalı." dedim.

 

"Ben Turgut'un şiiri kötüdür demedim." dedi Edip Cansever boşluğa bakarak.

 

"Belki 'kötüdür' demedin ama 'beni taklit ediyor, benim etkim altındadır' dedin. İnkâr etme!" dedim.

 

"Marul çok taze!" dedi Turgut Uyar. Utandım böyle, kişiliği zedelemeye yönelik bir tartış­manın içinde bulunduğum için.

 

Bir süre konuşmadık. Ben, Turgut Uyar'la Tomris Uyar'ın yüzlerine bakarak başımı salladım Edip Cansever'i suçlarcasına.

 

Turgut Uyar, 'aldırma' dercesine gülümsedi. Tomris Uyar, "Sizin orası şimdi çok güzeldir." dedi.

 

"Hem de nasıl! Hanımelleri, yediveren gülleri açtı, erik­ler meyve tuttu. Gelsenize bir gün, masayı asmanın altına kurarız." dedim.

 

"Nar ağacınız da var mı?" dedi Turgut Uyar. "Var." dedim. "Ben her sabah ve akşam Havva'yı çenet­ten kovduran yılanı o ağaca sarılmış görüyorum." "Gündüzden geliriz." dedi Tomris Uyar. "İyi olur, o gece de bizde kalırsınız." dedim. "Biz birkaç kere gittik." dedi Edip Cansever. "Bunun bir oğlu var, saçları kıvır kıvır, Cezayirli'ye benziyor... Tahir Alangu, Hüsamettin Bozok, Orhan Kemal, Fahir Aksoy da birlikteydi bizimle."

 

Votkalarını bitirince Tomris Uyar'la Turgut Uyar kalktılar, geldikleri gibi sessizce gittiler... Tomris Uyar, ço­cuk arabasını sürüyordu genç bir annenin onuruyla, mutluluğuyla.

 

"Berbat ettin bir çuval inciri." dedim, "Dört nala koşan bir ata köstek taktın, devirdin." Kaşlarımı çattım, yüzümü astım.

 

"Somurtma!" dedi Edip Cansever.

 

"Neşelenecek hal mi bıraktın?" dedim. "Hem Turgut'u, hem beni üzdün."

 

"Ben üzmek istemedim ki..." dedi Edip Cansever.

 

"Peki niye söyledin?" dedim.

 

"Hiiç, öyle... O düşünce beni tedirgin etti, edince de at­tım dışarıya, bir gizliliği açıklığa kavuşturdum." dedi Edip Cansever.

 

"Benim gerçeğim bu. Sen niye kendi gerçeğine maske taktın da beni cepheye sürdün? Yoksa bu durumun aracı­lığıyla Turgut'taki güç odaklarını parçalamak, onu çö­kertmek mi istedin?" dedim.

 

"Ukalâlık yapma! Neler söylüyorsun? Benim öyle bir amacım yok." dedi Edip Cansever.

 

"Var," dedim. "Sen Cemal Süreya'yı da, Turgut Uyar'ı da indine rakip olarak gördüğün için kıskanıyorsun, onları ekarte edip yalnız kalmak, tek olmak istiyorsun. Hepsinin üstünde olmak istiyorsun."

 

"Ben zaten tekim." dedi Edip Cansever.

 

"Sen de Orhan Kemal gibi insanları kapıştırmaktan, birbirine düşürmekten hoşlanıyorsun, bayılıyorsun." de­dim.

 

"Ne zaman geliyor o?" dedi Edip Cansever.

 

"Bilmiyorum." dedim soğuk bir sesle.

 

"Temmuz'da." dedi Talât Kılıç.

 

"Gelsin de..." dedi Edip Cansever alaycı ve ilerde ola­cakları sezdiren bir sesle.

 

"Ben ikinizden de uzak duracağım bundan sonra." dedim. 'Tahrip ediyorsunuz beni."

 

"Korkuyorsun değil mi?" dedi Edip Cansever.

 

"Korkuyorum." dedim. "Senden de, ondan da... İkiniz de sadistsiniz, en yakınlarınızın acılar içinde kıvranma­sından zevk alıyorsunuz ve onların kıvranmaları için de ellerinizden gelen her şeyi yapıyorsunuz."

 

"Sen zevk almıyor musun?" dedi Edip Cansever.

 

"Almıyorum elbet. Şimdiye kadar sana, Orhan Kemal'e, Talat'a acı çektirdim mi?" dedim.

 

"Yeğenim bir denedir, melek gibi bir yüreği vardır." dedi Talât Kılıç.

 

"Durup dururken Turgut'u bana düşman ettin." de­dim.

 

"Hadi içelim!" dedi Edip Cansever. Hem insani anlam­ların hem de saldırganlık parıltılarının yoğunlaştığı gözle­rini üzerimizde dolaştırdı.

 

"Lâfı çevirme!" dedim.

 

"Bak, bak, bak Atillâ Tokatlı nasıl da gülüyor." dedi Cansever.

 

Biz ikinci Altınbaş'ı ısmarlamıştık.

 

Rakı, beynimdeki altın madenlerinin saklandığı da­marları bir kuyumcu titizliğiyle işliyor, yaratıcılığımın her anını zenginleştiriyordu. Ayrıca ruhumdaki sertlikleri yu­muşatmıştı ama Edip Cansever'in Naci Çelik'e, Turgut Uyar'a, bana yaptıkları aklıma gelince iğneli fıçılara yuvar­lanıyor, kanımın bin bir delikten akışını seyrediyordum ve hemen kaçmak istiyordum her şeyi, dostluğumu, arkadaş­lığımı, anılarımı bir yana iterek... 1968 yılındaki o büyük 'kavga'dan bu yana ikinci kez kırıyordu Edip Cansever beni ve ona beslediğim sevgiyi azaltıyordu. Önleyemediği bir takım duyguların, yönlendiren bir takım olumsuzluk­ların ve tepkilerin tutsağı mıydı? Cansever'le arkadaş ol­mak demek Himalâyalara tırmanmak, burdan Amerika'ya yüzmeyi göze almak, timsahlarla dolu bir göle düşmek de­mekti. Bardağını bardağıma dokundurdu. "Dargın mısın hâlâ?"

 

"Evet, dargın değilim dememi bekliyorsun ama dargı­nım." dedim.

 

"Ben değilim." dedi Edip Cansever.

 

"Sen nasıl dargın olabilirsin ki? Sen zafer kazanmış bir kumandansın." dedim.

 

"Ben büyük bir şairim." dedi Edip Cansever.

 

"Şiirlerin büyük ama senin için aynı şeyi söyleyemeye­ceğim, kusura bakma!" dedim.

 

"Ben hep doğruyu söylerim, doğrunun egemen olma­sını isterim." dedi Edip Cansever.

 

"Doğruyu söylerken yanlış yapıyorsun ama." dedim. "Turgut hakkında düşündüklerimi belki de hiç açıklama­yacaktım, dostluğumuz sürüp gidecekti. Hem beni hem onu zor durumda bıraktın. Nasıl yüzüne bakacağım Tur­gut'un?"

 

"Bakmaktan utandığına göre suçlusun." dedi Edip Cansever. "İkiyüzlülükler ortadan kalkmayınca acılar öl­meyecektir..."

 

"Ama sen benden daha hırpalayıcı olanı söylediğin halde yüzüne bakacaksın Turgut'un, görüşeceksin, içki içeceksin." dedim. "İkili oynuyorsun. Onu aydınlatırken beni karartıyorsun."

 

"Ben direkt bir adamım." dedi Edip Cansever. "Şiirlerim de insan dünyasının içine eğilir ve o uçsuz bucaksız dün­yadaki hareketleri, anlamların yuvalandığı noktalara sü­rer."

 

"Biraz da kendi içine eğil, kedini gör!" dedim.

 

Gülümsedi, tatlılaştırdı sesini. " Yeter Muzaffercim, ye­ter, eleştirme artık!" Ve sigara dumanını üfledi yüzüme.

 

"Eleştirecek bir şey bulamayacağım güne kadar eleştireceğim seni." dedim.

 

Dalgınlaştı, gözlerini yumdu Edip Cansever ve mırıl­dandı. "Ve içimde gezerim ucu sivri bir bıçakla/Düşer elle­rim bir çağın artıklarına/Çatalımda kemikler, ölü gözleri ve iniltiler,  çığlıklar..."

 

"İşte bu şiirin güzelliğini, tutarlılığını görmek istiyorum sende, senin davranışlarında..." dedim.

 

"Büyük bir şairim ben!" dedi Edip Cansever, bardağını ağzına yaklaştırdı. "Ben şiirimde bir miti işliyorum, ayrıca şiirimde kolay anlaşılmayan, derinliği sezilen ama derinli­ğine inilmeyen  bir giz olsun istiyorum."

 

"İstediğini gerçekleştiriyorsun zaten." dedim.

 

"Ben büyüğüm değil mi?" dedi Edip Cansever. 

 

"Cemal, sen, ikiniz..." dedim.

 

"Turgut'u saymıyorsun." dedi Edip Cansever.

 

"Onu sen sayarsın bundan böyle." dedim.

 

"Hah şöyle, yumuşa biraz." dedi Cansever.

 

"Ben sert değilim ama zorunluluklar... yalnız kırdığın Pot yenir, yutulur cinsten değil." dedim.

 

"Rakılarınızı bitirin de kalkalım burdan. Sıkıldım." dedi Edip Cansever. "Sizi hiç bilmediğiniz bir yere götürecem."

 

"Gece Kulübü mü?" dedim.

 

"Evet. Lüks bir yer... sakın hır çıkarmayın!" dedi Can­sever.

 

Sesimi yükselttim. "Ne zaman çıkardık ki... Her yerde hır çıkaran, onu bunu yaralayan., arkasında kalpleri kı­rılmışlar, onurlan zedelenmişler ordusu bırakan sensin..."

 

"Bu akşam çok coşkulusun." dedi Edip Cansever.

 

 Ve caddenin öte yanına geçtik hafifçe sallanarak. Ta­limhane tarafında dışı da içi de göz boyayan süslerle kaplı, loş, kasvetli, yalnızlık ve intihar kokan bir salona girdik. Yarımay biçimindeki tezgâhın çevresinde sıralandık uzun bacaklı taburelere tüneyerek. Solumuzda, ilerimizde dört genç, özgür, serbest yaşamakta mutluluk arayan kadın, bacak bacak üstüne atmışlardı ve dolgun bacakları dibe doğru kalınlaşıyor, gizemli bir çekicilik yaratıyordu ve kilotlarından el kadar yerler görünüyordu. O kilotların arkalarını hayal ettim ama hayilimi renklendiren resimleri sevmedim, iğrenç buldum. Pasaklıydılar. Ya sevgililerini ya da birkaç kadeh bir şey ısmarladıktan sonra yataklarına sürükleyecek hovardaları bekliyorlardı... 


5 Ağustos 2020 Çarşamba

Dergici: Bir Özet (Fahrünnisa Kadıbeşegil, Oluşum Dergisini Anlatıyor)

  • İlk sayının yazı ve şiirlerini seçip redaksiyonu yaptım, ardından Cemal Süreya ile birlikte mizanpajı kime yaptıracağımızı düşündük. Mizanpaj işinden anlamıyordum. Cemal Süreya bana, Ali Püsküllüoğlu’na git dedi. Gittim ve durumu anlattım. Kabul etti ve ilk sayı böylece çıkmış oldu. Sonra 2. sayıyı hazırlamaya başladım. Mizanpaja sıra geldiğinde ben yine Ali Püsküllüoğlu’na gittim. İlk sayıda kabul edince her sayıyı yapacak diye düşünmüştüm. Fakat bu sefer 450 lira karşılığında yapabileceğini söyledi. Ben zaten derginin baskısını o paraya mal ediyordum. Çaresiz, oturup mizanpajı kendim yaptım. Resimle de ilgilendiğim için çok zorlanmadım.
  • Dağıtımını kendim yaptım. Büyük kitabevlerine tek tek gidip dergi bıraktım. İstanbul’a gittim, o dönemlerde Elif Kitabevi vardı, önce onlarla görüştüm ve sonra diğer bazı kitabevleriyle. Bu şekilde tek tek gidip görüşerek dağıttım... Kitabevleri ve aboneler dışında parasız da dağıtıyordum bir kısmını. Hatta çoğu zaman kitabevlerinden de para alamıyordum.
  • Haftada üç yüz şiir, yazı gelirdi. Hepsini tek tek okur, değerlendirirdim. Cemal Süreya o zaman maliye müfettişi, hepsini okumaya vakti yok…
  • Her cuma 7–8 kişi benim evde toplanırdık. Bazı arkadaşlar İstanbul’da yaşar, toplantıya oradan gelip katılırlardı. Yılda 5–6 defa kültür ataşelerini de evimde ağırlardım. Sabahtan kreplerimi yapar, hazırlanırdım. Aynı kokteyle şair ve yazarlarımızı da davet eder, birbirleriyle tanışmalarını sağlamaya çalışırdım. Bu sayede pek çok edebiyatçımız yurtdışına etkinliklere gidebildiler.
  • Ben İngiliz Filolojisi mezunuyum. İtalyanca da biliyordum. Yurt dışında çıkan edebiyat dergilerini takip eder, onlardan çeviriler yapar, edebiyatçılarımızın okumalarını sağlardım.
  • Her ay yayımlandıktan sonra, kapatmaya karar verirdim. Çünkü çok yoruluyordum. Takatim kalmamıştı. Yazıları oku, seç, mizanpajını yap, matbaaya ver, bastır ve dağıt…
  • Derginin çıktığı süreçte kimseye kırgınlık yaşamadım. Fakat dergi kapandıktan sonra hiç kimse arayıp sormadı. İnsan arada bir merhaba bekliyor... ama olmadı işte...